13 Aralık 2006

Pencerenin Perdesini

Ne keyifli türküdür değil mi ? Hele ki fasılda sona doğru çalındığında nasıl da neşelendirir, oynatır insanı.

Ama "pencerenin storu", "aman da kepengine kurban", "panjurumun yarığından güneş giriyi güneş" gibi türkülerimiz yoktur. Neden yoktur? Zira bunlar bize ters...

Sotrdu, panjurdu, bunlar -çok sevdiğim bir kelimeyle nitelemek isterim- alengirli şeyler.

Perdeyi tutup çekersin açılır ya da kapanır. Hızlı çekersen kornişten bir kaç santim çıkar, sandalyeye çıkar yerine takarsın, bir de gazete kağıdını katlayıp kornişin ucuna tıkarsın olur biter. Hatta eskiden ince metalden olurdu bunlar, penseyle ucunu darattın mıydı hayatta çıkmazdı yerinden, ne kadar sert çekersen çek. Sonra onu da plastikleştirdiler, şimdi mutlaka sonuna "perdeyi hızlı çekersen kornişten çıkmasın şeyi" takmak lazım, gazete de tutmuyor. Zaten artık perde falan kullananda kalmadı, storlar moda şimdi.

Ama bu yeni şeyler öyle kullanılacak gibi değil. Zaten montaj için geldikleri anda bir korku sarıyor insanı. 3 kişi birden geliyor, ellerinde mekanik bir sürü şey. Biri deliyor, biri o deliğe abuk sabuk şekilli bir şey tıkıyor, öteki onun üzerine robot kolu gibi bir şey takıyor, o ilk deliği delen bir kutudan uzun bir şey çıkarıp robot koluna takıyor, öteki bir zinciri bir yerden geçiriyor, yanından bir ip sallandırıyor. yahu perde bunun neresinde demeye kalmadan inca uzun bir sürü plastik zımbırtıyı birbirlerine geçirip sallandırıveriyorlar tavandan. Aman da, eyvahtı derken, hayırlı olsun diyip çıkıyorlar; kalıveriyorsunuz plastik bir sürü zımbırtı ve iplerlerle, zincirlerle birlikte.

Yahu bunun neresi perde, bu ip ne, zincir niye. Çıkarken bıraktıkları bir kitapçık var 50 sayfa falan, kullanma kılavuzuymuş. Perdenin kılavuzu mu olurmuş. Hey allahım. Adamlar 14 dilde yazmış bir de, demek ki her dilde kullanmak sorun oluyor bunu. Açıp okuyorsunuz, teknik çizimler falan var, ipi çekince şöyle olur, zinciri çekince böyle olur, ipi bu tarafa çekerken zinciri öyle çekince başka bir şey olur. Kabus gibi bir şey. Kış gelsin de güneş gözükmesin, açamayayım bir daha diye dua ediyor insan , tabi becerip de kapatabilmişse.

Hayır bir de bunu "modern" görünüm olsun diye iş yerlerine takıyorlar. Yahu, yanında fare var diye korkudan bilgisayarların bulunduğu odaya girmeyen adam çalışıyor orada. ( Sonunda bağlı diye ikna ettik de, kapıdan çayları uzatıyor hiç değilse. ) Adam o perdeyi nasıl açıp kapatacak. İlk iş "Müsleheddin efendi, buna sen hiç dokunma biz açıp kapatırız" demek oluyor. Zaten Müsleheddin Efendi'nin, onların öyle sallandığını gördüğünden beri, dudakları kıpır kıpır, dua okuyor.

Tamam o kullanmayacak da, diğerleri çok mu kullanabiliyor sanki. Biri bantla 4-5 kanadı yapıştırıp arasına kalem sokmuş. "Yahu n'apıyorsun ? " dedik "açamadım da ışık girsin diye böyle yaptım" diyor. Öteki "kızımın saç lastiğini getirdim ben, onunla topluyorum, kapaması da kolay oluyor" diyor storlardan sarkan pembe ayıcıkları göstererek. Başka biri geldi yanakları kıpkırmızı, elinde bir zincir sallanıyor, sessiz, mahsun duruyor. Latife Hanım ( Örgücü Latife deriz aramızda ) sallanan iplerden rahatsız olmuş onlardan makrame örmüş, bir de minik kaktüs oturtmuş üzerine. "E nasıl açılacak o ?" diyorum "Gerek yok kaktüs ışık istemez." diyor.

Karşı binadan diğer müdür yardımcısı gelmiş geçenlerde, "Memnun musunuz, biz de yaptırmayı düşünüyoruz" dedi. "Ne olur bizdekileri söküp alın, ücret de istemiyoruz" dedim.

Bir de patron çağırdı, "Ya bu giriş katına da panjur yaptırsak, hem güvenlik açısından da iyi olur" dedi. Ben size yazılı vereyim cevabı dedim, masama geldim, güneşten parıl parıl parıldayan bilgisayarın ekranına bakmamaya çalışarak "ya panjur ya ben" yazıp, yazdırıp imzaladım altını, gönderdim. Bilimiyorum artık ne olacak....

REKLAMLAR ve YARATICILIK

Taktım reklamlara ben. Normalde seyrettiğim kanallarda pek az denk gelirim. Ama bu sıralar daha fazla izliyorum. ( Tamam itiraf ediyorum, yazacak malzeme çıksın diye işte...)

Reklam niye yapılır ? Sanıyorum ki yeni bir ürünü tanıtmak ya da var olan bir üründeki yeniliklerden, gelişmelerden, kampanyalardan haber vermek için olmalı. Tabi ki dikkat çekici, akılda kalıcı, ürünü cezbettirici olmalı gibi bir takım vasıfları da olmalıdır sanıyorum. Ama çok ürün var ve sanıyorum fikirler de bir yerden sonra tükeniyor.

Mesela son günlerde dikkatimi çeken bir reklam daha var, siyah beyaz bir çekim, hatta efektle renkler biraz daha çizgi roman ( günah şehri ? ) havasına büründürülmüş. Bir adam eski model bir araba kullanıyor bir yandan da aklında "onu gördüğümden beri vaz geçemiyorum, sadece onu düşünüyorum, onsuz ne yaparım" gibi şeyler geçiriyor. İnsanın aklına ilk olarak bir hatun kişi geliyor ama onun da reklamı olmaz ki yahu. Neyse iki üç kelam sonra ürün ortaya çıkıyor : adamın elinde tuttuğu bir çukulatalı gofret.

Haydaaaa. Yahu adam, yesene gofreti zaten almışsın, ne diye kendine eziyet ediyorsun. İlk 3-4 seyredişimde adam herhalde şeker hastası da, yiyemiyor bunu, sonunda lafı öyle bir şeye bağlayacaklar dedim ama değil. Adam o gofreti yiyecek, kendine eziyet ediyor. Bu reklamın hedef kitlesi ve bu kitle üzerinde bırakmak istediği etki acaba nasıl bir şey, reklamcılardan duymak isterdim.

Reklamın son cümlesi ise daha çarpıcı : "sadece sınırlı sayıda". Klişe kullanalım da tam olsun demişler sanıyorum. Yahu gofret bu kardeşim, "her il için 12 tane" mi ürettiniz sadece. Sınırlı sayı dediğin 100 bin falandır herhalde. Diğerlerini sınırsız mı üretiyorsunuz yani, bilen yok mu adetini, makineler durmaksınız ( ve elemanlar saymaksızın) gofret mi üretiyor da bunu sınırladınız ? Hem bunun sınırından ne olacak. Reklamı duyan, pijama terlik markete koşup sınırlı sayıdaki bu ürün tükenmeden bunu alsınlar diye umdular sanırım.

Yine benzer bir ürün var, metroda giden bir vagon insanın "içindeki ses" ile ilgili. Herkesin içindeki ses söz konusu ürünle ilgili bir şeyler söylüyor. Hayvanseverler de düşünülerek bir köpeğin içindeki ses de dillendirilmiş. Burada bir de o sırada söz konusu ürünü tüketmekte olan - ağzı dolu - bir kızımız var. Bu kızımız da etrafındaki herkesin bu ürünü düşlediğini şıppadanak anlamış ki "içimden bir ses, bunu hemen bitirmem gerektiğini söylüyor" diyor. Lakin nedense bunu ağzı dolu bir insan konuşmuş . İyi de kızım senin içindeki ses yemiyor ki bu mereti, sen yiyorsun, içindeki sesin sesi neden ağzı dolu bir şekilde çıkıyor. Bir de söz konusu seslendirmeyi yapan kıza bir şey yedirseydiniz de daha bir gerçekçi olsaydı bu ağzı dolu ses, çok yapmacık olmuş.

Ben küçükken, karadenizlilere mal edilen ve hamsi kafası ile ilgili bir fıkra vardı. Şöyle ki, bir karadenizli vatandaşımız hamsi yiyip kafaları bir kenara ayırrıyormuş, biri bunu görüp de neden ayırdığını sorunca, bunlar zeka açar o yüzden sonra yiyeceğim demiş. Zeka kapanıklığından mustarip olan bu vatandaş kafaları almak istemiş, karadenizli de 5 milyon demiş( o şimdi 5 YTL) . Adam parayı verip almış ve yerken demiş ki "yahu bu balığın kilosu 2 milyon, sen sadece kafaları bana 5 milyona sattın" karadenizli de "bak şimdiden işe yaradı, akıllandın" demiş.

Bu fıkra size bir başka gofret reklamından tanıdık geliyor mu acaba. Balık yerine araba iten bir delikanlı koyun mesela... Eeee ? 30 yıllık fıkra, 30 yıllık konu, nerde yaratıcılık, nerede özendiricilik. Reklamı her gördüğümde benim canım sadece hamsi istiyor. Acaba diyorum, balıkçılar, "çapraz reklam" gibi bir mantık mı yürüttüler ne yaptılar: " ha gel hele boyle, ne diyeceğum : gofret reklamı yapıp hamsi satışlarını arrturalum diyrum uşşağum, ne diysun ? "

İnsan Manzaraları : Google Sağlığa Zararlı mı ?



Efendiiim, bugünkü konumuz "İnternet tarayıcı programında açılış sayfasını Google yapıp, her dakika birilerine bir şey soran insanlar".
Başlık yeterince açık olmasına rağmen, ben yine de gevezelik hakkımı kullanarak ayrıntılandırmak isterim.
Sanıyorum bir çoğumuz ofis adı verilebilecek ve birden fazla kişinin oturduğu ( çalıştığı) ortamlarda çalışıyoruz. Ve yine sanıyorum ki bu birden fazla kişi birden fazla masada oturuyor ve her masada da oturana ait bir bilgisayar mevcut. Ve utanmadan sanmaya devam ederek hala sanıyorum ki ( bazı kurumlarda patron/yöneticinin paranoyaklığıyla orantılı olarak sınırlanmış olsa da) her bilgisayarın bir de internet bağlantısı bulunuyor.
Sanrılarımın ne kadarı size uyuyor bilmiyorum ama böyle bir ortamın içinde yaşamayanlar da sanıyorum ki ( çok güzel sanırım ben ) söz konusu ofisi hayal edebilmişlerdir.
İşte bu tip ofilserde en az bir kişinin internet gezici programında açılış sayfası mutlaka Google'dır. Eh google kelimesinin ingilizceye resmen girdiğini düşünürsek, bu bence gayet doğru bir davranıştır.
Varsayılan önyargı olarak, bu açılış sayfası Google olanların meraklı, internet konusunda tecrübeli, bir sürü alanda bir sürü şey bilen ve bilmediklerini de merak eden bir tip olduğunu düşünmüşümdür ben hep. Öyle ya hiç gazete okumayan biri neden açılış sayfasını gazete yapsın ki, değil mi...
Eğer başlığa söz konusu olan tiplerden birisiyle aynı odayı paylaşıyorsanız, bu merak ile ilgili kısmın doğru olduğunu kısmen doğrulayabilirsiniz. Zira evet gerçekten her şeye meraklıdır, ama anlamsız ve hatta gereksiz bir biçimde meraklıdır. Ve önünde duran Google'dan "engelli msn'leri kırma" benzeri yapıları günde 8 saat ( mesai o kadar ne yapsın zavallı) aratmayı düşünmekte ama "Hollanda'nın ulusal rengi neydi" "Marvel Comic miydi Martel Comic miydi" "Adana'da deniz var mı" "ee? martel neydi peki ?" "kleopatranın boyu kaç santimdi?" "üveyik kuş mu makam mı" "süpermenin babasını adı neydi yahu" gibi alakasız soruların cevaplarını aratmayı bir türlü akıl edememektedir.
Ama o şahsi görevini ifa "edemeyen" akıl, yönettiği dil sayesinde, oda çalışanlarının gününü içine etmeyi gayet iyi başarmaktadır.
Ben bu gibi sorularlar karşılaştığımda hemen her daim bir köşede hazır olan söz konusu siteye girerek ( Google yazmaktan yoruldum artık yahu ( e burada yazdım ama( neyse))) cevaba ulaşmakta ve bunu söylemekteyim.
Sırf bu site yüzünden ( Google yani) beni "dahi" sana arkadaşlarım var. Hatta bir ara "ayaklı kütüphane" diyorlardı. Ben de "sadece internete bağlı olduğunda çalışır" gibi bir ayrıntıya dikkat çekerek olayı "geleneksel Türk ima sanatları" çerçevesinde irdeleyerek toplumsal bilinç oluşturmaya çalışıyordum. Tahmnin edebileceğiniz üzere başarılı olabilmiş değilim.
Daha sonra olayı "birebir eğitim" olarak değerlendirip, bu şekilde yaklaşmaya başladım insanlara :
- ya Cihangir ( evet benim adım cihangir ) elipsin alanı nasıl bulunur ?
+ Google'da yok mu ?
- var mıdır ki ?
+ baksana bir
- sen bilmiyor musun ?
+ yoo, ne işim olur ki elipsle, alanıyla ?
- e her şeyi bilirsin genelde
+ hayır bilmem. sen sorunca Google'dan bakıyorum ben de
- e buna da baksana o zaman
+ sen neden bakmıyorsun
- ne diye bakmam lazım
+ ne arıyordun
- elipsin alanı
+ "elipsin alanı" yazmayı denesene
- hmmmm
+ hmmm
Şimdi elipsin alanı Google'da var mı diye merak etmiş olanlar için kısa bir ara vereyim mi, yoksa devam mı edeyim :)
aradan 5 dakika geçer
- Cihangir
+ dıt dıt dıt dıt
- hehe, ya ne soracağım
+ Google'da yok mu ?
- ne ?
+ soracağın şey
- e daha sormadan neden öyle dedin ki
+ tamam özür dilerim, buyur sor
- ördek, tavuk falan hani, bunların ayakları perdeli ya, o perdeler parmakların arasındadır diye düşündüm de, peki kaç parmağı var bunların ?
+ Google'da yok mu ?
- sen çok huysuz adam oldun bu günlerde hocam ya, ters ters cevaplar veriyorsun
+ açışıl sayfan neden Google senin ?
- e arama sayfası orası
+ peki neden arama yapmak yerinede her şeyi bana soruyorsun
- sen biliyorsun diye her şeyi
+ hmmmm
2-3 dakika geçer
- cihangir
+ Google'da yok mu ?
- aman ne komik
+ e ben de böyle eğleniyorum işte
- her şey var mı ki Google'da habire oraya yönlendiriyorsun hem sen beni
+ bak bu konuda sana hak veriyorum
- nasıl yani ?
+ son konuşmamızdan sonra, ki zaman çizelgesinde bir kaç dakika öncesine, hikayenin yazıya dökülmüş halinde ise bir paragraf yukarıya denk geliyor bu konuşma, Google'a "oda arkadaşım bu kadar saçma soruyu nereden buluyor" yazdım sonuç çıkmadı
- sen gitgide şu dizideki House'a benzemeye başladın
+ nasıl yani ?
- huysuz ve ukala bir doktor olarak demek istedim
+ ehehe
- hıh ! çok komik !
Ya işte böyle uzar gider bu hikaye. Sakın ola ki küser/bozulur/darılır da bu muhabbetler kesilir sanmayın, zira bitmez. Hatta zamanla "sen şimdi yine Google'a bak dersin ama, yine de sorayım" gibilerinden daha da acayip bir hal alır.
Ama adam da haklı, her derde deva değil bu Google. "Huzur nerede" yazdım, çıkan 220 sonucun hiç birisi de derdime derman olmadı. Oda arkadaşıma mı sorsam acaba...
( bu hikayenin halihazırda aynı odayı paylaştığım çalışma arkadaşlarımla bir ilgisi yoktur :) )

Ambalajlar

Aranızda, şimdiye kadar herhangi bir ambalajı "buradan açınız" yazan yerinden açabilmiş olanınız var mı ? ( Selpak hariç.)

Ben obur bir adam olarak, yiyecek ambalajlarında, 35 yıllık hayatımda bunu hiç başarabilmiş değilim.

Henüz buradan açınız anlamına gelen kırmızı naylon şeritle işaretli bir bisküvi paketini, oradan açamadım. Bir bıçakla pakedin yan tarafında bulunan "üstüste binmiş kat yeri" olarak adlandırılabilecek olan yerden açmak her zaman en kolay yol olmuştur. Üstelik burası 3-4 kattır ve daha sağlam olması gereken yerdir.

Gofret olarak bilinen ve rafta görüldüğü anda bütün hücrelerim tarafından şiddetle tüketilme isteği duyduğu halde market kuralları gereğince kasada ödeme yapıncaya, toplum kuralları gereğince de hiç değilse arabaya bininceye kadar açılmaması gereken o nimetleri, iştahlı ve titreyen ellerle açılması gereken yerden açmaya kalkışmak ise tam bir zulümdür. Öyle ki, paketle ağzınıza atıp bir süre çiğnedikten sonra bile açılmadığı oluyor. ( Ben görmedim, bir arkadaş söyledi)

Ya o "4 dakikada hazır" pudingler, çorbalar. "Paketi açtıktan sonra 4 dakikada hazır" olması lazım onların isimlerinin.

"3'ü bir arada", "5'i göbek bağıyla birbirine bağlı", "2'si yanyana, diğeri altta, bir de üstte", "6'sı çapraz bağla bağlanmış delifişek" gibi "ivedi" çağrışımlar yaratan sloganlarla satılan ürünleri ise evde tek tek imal ederek yapmak, pakedi açmaktan daha kolay.

Hayır efendim, oburluk engel tanımaz, son biskuviyi ağzına attığı için sevgilisini ısıran adam var bu dünyada, zaten eli ayapı titriyo insanın bir an önce içindekine ulaşmak için, böyle eziyet olmaz ki. Mutfakta makas bulundurmak bile artık yetmiyor, ben bir pompalı aldım, önce vurup sonra duvardan yalamak daha kolay oluyor.

Peki ya çıktığını duyar duymaz içinizi büyük bir huzurla kuşatan ve ilk fırsatta neredeyse koşa koşa gidip aldığınız o en sevdiğiniz sanatçının en son albümünün üzerindeki jelatini, sanatçı öteki albümün hazırlıklarını başlamadan işareti yerden açabiliyor musunuz ? Yoksa siz de akıl edip evdeki müzik dolabınıza ( ve cdçalar varsa arabanıza) bir falçata aldınız mı çoktan.

Siz bakmayın "memleketimdem insan manzaraları" ya da "bu tip olaylar ancak Türkiye'de olur" konulu mesajların içinde "cd kutusu açarken karısını kesti", "kaset açayım dedi kendini sünnet etti" gibi haberlerin olmadığına. İnsanlar bu işin normali bu sanıyorlar da o yüzden haber yapmıyorlar.

Benim "sert plastik şeffaf ambalaj teknolojisi" olarak adlandırdığım, genellikle flashbellek, usb kablo, webcam vb. elektrik ürünler ve bir de "içini alana dışı bedava" ( içinden bir şey çıkması) tarzı solganlarla satılan oda kokutucu tıngırtılar için kullanılan, içini tam ve net olarak gösteren ama içindekine ulaşılmasını acayip zor kılan teknoloji konusunda nasılız peki. Bahçe makasından hallice bir makas edindiniz mi bunlar için de ?

Almadıysanız hemen alın, zira daha hesaplı. Üşenmedim hesapladım, 7 tane paket açarken elinizde oluşan kesikler için alacağınız yarabandı fiyatı ile büyük bir makas aynı fiyata geliyor, daha da acısız. Kullanmadığınız zamanlarda bahçedeki çimleri de biçebiliyorsunuz.

Hayır bir de bu gibi ürünlerde, iade için ürünün ambalajının da olduğu gibi getirilmesi isteniyor.

Bir de büyük ölçekli elektronik aletler var. Milyonlarca lira (binlerce yenilira) para sayıp aldığınız bilgisayar, televizyon, müzikseti ( o da kalmadı ya artık, ev sinema sistemili olduk hepimiz) gibi aletler.

Benim gibi bu konuda (da) deliyseniz, zaten bir gece öncesinden uykunuz kaçmış, teslimat yapılacağı gün ilk olma isteğinizi bayiye 14 defa bildirmiş, o gün işten izin almış, aletleri koyacağınız yeri ve kabloların güzergahlarını defalarca ölçmüş biçmiş, alternatif rotalar/düzenekler düşünmüş, dış kapının zili mi çalışmıyor acaba diye bir kaç defa bunu kontrol etmiş, zil çaldığında zaten çoktan kapıyı açmış, adamlar gidergitmez de kutuların başına koşmuş ( evet, ev biraz büyük) bü cümleyi okumaktan çoktan yorulmuş olursunuz.

Sonra heyecanla, kutunun üzerindeki dev zımbaları bir çırpıda yerinden söküp, kutuyu her iki doğrultuda sıkıca sarak plastik şeritleri, yılların verdiği alışkanlıkla koparmaya çalışmadan, daha önceden hazırladığınız makasla kesip kapakları açarsınız.

Adının strofor olması muhtemel, halk arasında köpük denen nesneyle kutunun içine neredeyse sabitlenmiş esas aletleri, kutuyu ters çevirmeden çıkarmaya çalışmanızın hiç bir anlamı yoktur. Ya da makasın yanında duran falçatayla kutuyu dik köşelerinden bir çırpıda kesebilirsiniz. Evet, bu da tecrübe ürünü bir yaklaşım.

İşte tam bu aşamada, bir önceki büyük ölçekli elektronik alet almazından bu yana geçen zaman içerisinde yeni geliştirilmiş bir düzenek karşınıza çıkar. Köpüğü neresinden çekerseniz çekin bir türlü açılmaz. Aletin metal dokusu köpüğün arasında size pırıl pırıl göz kırpar ama bir türlü o köpüğü arada çekemezsiniz. E adrenalin denen o hain içeriden dürtüyor, sakin olmak da mümkün değil. İşte bu aşama elektronik aletinizin kasasında ilk çiziğe neden olan aşamadır. Ben bu durumlar için makas ve falçatanın yanında bir çift rambo bıçağı bulunduruyorum. Her iki ele bir tanesini alıp direk kutuya dalıyorsunuz.

Salonunuz bir köpük havuzu haline gelip de, gözünüze kaçan köpükleri de çıkarttıktan sonra yeni oyuncağınızı kurmak için büyük bir hevesle sert bir adım atıp, yerdeki köpükler yüzünden kayarak yine yerdeki köpüklerin üzerine düşüp, kalan mesafeyi yüzerek kat ederek aletinize ulaşarak üzerine tırmandığınızda aradaki son naylon katmanı aşmak sizin için bir çocuk oyuncağı artık.

Açması 40, kurması 7 dakika süren yeni elektronik oyuncağınızın karşısında çayınızın ilk yudumlarını alır ve tuşlarına basarken bacağınızdaki morluk, elinizdeki kesikler, kulağınıza ve dişinizin arasına kaçmış strofor parçaları sizin bu başarınızın ve keyfinizin birer madalyası olacaktır.


Bir süre sonra, bir pakedi, daha rafta gördüğünüzde, bunu açılması için ne gibi bir yöntem kullanmanız gerektiği aklınızda kendiliğinden canlanacak, paket elinizde ya da arabanızda bagajınıza giderken evde kuracağınız düzenek ve muhtaç olduğunuz alet edevatın projesi kendiliğinden gözünüzün önüne gelecektir.

Hayattaki tek amacım, bütün bu ambalajları yapan insanların büyük bir arzuyla satın aldıkları ürünlerden bir tanesinin ambalajlanması işini almak. Bu kadar tecrübeden sonra NASA'dan ekip gelmeden açabilecek olanın alnını karışlrım.

Sevgiyle kalın....

Atatürk'e daha çok ihtiyacımız var...

Bu yazının başlığı Atatürk'ü daha çok özlüyoruz da olabilirdi aslında.

Nereden mi çıktı bu fikir. Fikir değil aslında ölçülebilir bir gerçek
Google' ın trends diye bir özelliği var. BU adrese giderek "trendini" öğrenmek istediğiniz kelimeyi yazıyor ve tıklıyorsunuz. Google da size bu kelime gectiğimiz yıllarda ne kdar aranmış, hangi dönemlerde pik yapmış bunları gösteryor. Sitenin adresi www.google.com/trends


İşte bu adrese gidip de "Atatürk" yazdığınızda şu grafikle karşılaşıyorsunuz:


2004 ve 2005 yıllarındane kadar sakin ve sıradan bir seyri var grafiğin. Sadece 4. çeyreğin ortalarında, ki malumunuz bu 10 Kasım tarihine denk geliyor, bir çıkış yapmış.

Ama 2006 yılına baktığımızda Mart ayında sonra bir yükselme görülüyor. Danıştaya yapılan saldırı diyecektim ama o Mayıs ayındaydı. sanki o saldırıdan daha önceki zamanda bri hakeretlenme olmuş.

Ama 200'nın son çeyreğinde bir yükselme başlamış ve taminen yine 10 kasımda gelmiş geçmiş en yüksek değere ulaşmış. Son durumu bu değerden daha aşağılarda olmasına rağmen yine de geçen 2 yıla rağmen çok ama çok yüksek.

"Ataturk", "Mustafa Kemal" , "Mustafa Kemal Ataturk" ve benzeri alternatifleri de arattığınızda biraz daha farklı grafikler ortaya çıkmakla birlikte, benim gözümde hepsinin ortak noktasını yansıtan bu grafiktir. ( "Atatürk" kelimesini aratınca)

Benim bu grafikten çıkardığım sonuç budur, sizlerinkini bilmem artık...