17 Temmuz 2007

Semazem'den duyuru

Sevgili ziyaretçilerim,

günde 40 ile 300 arasında değişen sayılarda bu sayfaları ziyaret ediyor ve beni sevindiriyorsunuz, teşekkür ederim.

Bu sitede genellikle uzun metrajlı yazılara yer veriyorum. Daha kısa yazılar, ufak yorumlar için ise yeni bir site açtım.


adresinde ziyaretleriniz bekliyor.

Orası günde 4-5 yazı ile biraz daha hareketli. Ayrıca okuduğunuz yazıya bir tıkla oy verme ve direk yorum yazma gibi daha muhabbetşinas bir yapısı var.

Bilgilerinize sunar, ziyaretiniz ve katılımlaınızı dört gözle beklerim.

13 Temmuz 2007

Erkek Erkeğe Mutfak Sohbetleri : Pilav

Öğlen yediğim pilavın tadını hiç beğenmedim. Yalnız tadı değil kıvamı da çok kötüydü. O halde bu iş nasıl yapılıyor diye yazayım, herkes bu engin bilgilerimden faydalansın istedim.

Efendim, pilav yapmanın 4 aşaması vardır: ayıklama, ıslatma, pişirme, demleme. Bu aşamalardan önce biraz ana maddemiz olan pirinçten bahsetmek istiyorum.

Beyler, marketten alış veriş yaparken paketlerin üzerini okuma alışkanlığınız yoksa bile pirinç alırken mutlaka okuyun. Bu pirinç denen nimetin benim sayabildiğim kadarıyla 17.543 çeşidi var. Marketlerde en fazla 10-15 tip bulunuyor ama olsun : Baldo, lüks baldo, kırık, çıkık, yaseminli, jasminli( ukalalar) , öz hakiki baldo, pilavlık, dolmalık, çorbalık, salatalık, kepekli, glutenli, gluteni alınmış, gluteni alınıp sora yeniden koyulmuş, nişastası hafifletilmiş, ayıklanmış, ayıklanmamış, ayıklayacak çocuk gelmediği için üzerinde ayıklanmış yazmasına rağmen paketin üzerinden taşları görünen.......

Hangisini seçmeniz gerektiğine siz karar verin, ben lüks baldo deneni kullanıyorum kendim alıyorsam. Önemli olan hangisini seçmişseniz bir daha hep onu almak. Çünkü bu pirinçlerin her birinin ayrı huyu var ve bütün tarifler bir yana, onu zamanla öğrenip doğru tadı buluyorsunuz.

"Kendim alıyorsam" dedim ya, bizim bir yerlerde bir tanıdıklarımız varmış, onlar , sağ olsunlar, bize çuvalla gönderirler pirinci. Annem de yarım çuvalı bana verir. (Sanıyorum Çinli bu tanıdıklar. ) Dolayısıyla benim pirincin cinsi "annemin pirinci". Tarifleri buna göre vereceğim.

Bir de, Tosya ( Kastamonu'nun mis gibi çeltik kokan bir ilçesi) denen yerden geçiyorsanız, yol kenarında pirinç satanlara denk gelirsiniz. Oralarda durup pirinç alacaksanız sakın muhabbet etmeyin, pirinçlerin adını sormayın, gözünüze kestirdiğinizden alın ve yola devam edin. Zira inanılmaz şirin Kastamonu şivesiyle size pirinçleri anlatmaya başlayan o teyze ve amcalar hayatınızın geri kalanında fobi geliştirerek pirinçten korkmanıza neden olabilirler : "Sarıkız da alabülü, kılçıklı da. Hepisinde az az verem, hepisi ayrı gözel. Aha buna suyu az koya, buna yarım koya, aha buna bibıçık koya ama kavurmaya. Bunu daşı oğmaz, bunda olu, ayıklamadan yüme. Ba bundan da vere isteğsen. Neççen sen, dolma diysen bununki güzel olu, pilav diye aha bu." Anaaa, bizim bildiğimiz pirinç Tosya'da destan olmuş da haberümüz olmamuş . Beni dinleyin hemen "götün götün gaçıverü" oradan. J

Neyse efendim. Pirincimizi seçtik artık. Başlayalım pilavımızı yapmaya.

İlk aşama ayıklamadır dedik. Malum "pirincin taşı" olur. Bu taştan bir şey olmaz diyenler, samimi bir diş hekiminiz yoksa sözümü dinleyin, mutlaka ayıklayın. Bu ayıklama işi için genişçe bir tepsi kullanılıyor. Bir su bardağına pirinç doldurun ve bunu tepsinin bir kenarına tepeleme yığın. Tepsiyi alıp aydınlık bir yere gidin. Oturup tepsiyi dizinize koyun ve o tepeden ellerinizle pirinçleri yaya yaya tepsinin boş olan kısmına doğru çekin. O sırada taşları bulun ve alıp tablaya atın. Pirinçlerin arasında gördüğünüz kahve tanesi, uzaktan kumanda tuşu, kırmızı kalp gibi nesneler muhtemelen tepsinizin desenleridir, heyecanlanmayın. Koyu ve düz renkli zemini olan bir tepsi bu iş için en idealidir.

"Yok aydınlık yer, yok dizimize koyalım ne yahu bunlar. Ben ayaküstü beş dakkada ayıklarım onu" diyen sevgili hemcinslerim, istediğiniz bütün yöntemleri deneyin. En sonunda varacağınız nokta benin tarif ettiğim olacaktır :)

Ayıklama işi bitince pilav yapımının en ciddi ve en beceri isteyen yerine gelinir : "pirinçleri tepsiden ıslatacağınız kaba boşaltmak". Hanımların "pıt" diye yaptığı bu işlem biz erkekler için tam biz zulümdür. O koskoca tepsiden, o kaba o pirinçler bir türlü geçmek istemezler. Tezgahın üstünü ve yeri tercih ederler genellikle. Bu işlemi tamamladıktan sonra ilk başladığınızın yarısından daha fazla pirinciniz varsa başarılı olmuşsunuz demektir.

Pirinçleri kaba aldınız. Onları iyice yıkamanız lazım. Pirinç zor yıkanır. Kabı defalarca suyla doldurup boşaltmanız ve pirinci bir kaç defa suda bekletmeniz gerekir. Günümüzde büyük şehirlerde bahsedilen su sıkıntısında pirincin ciddi bir yeri vardır. İster inanın ister inanmayın.

Yıkandığına kanaat getirdiğiniz pirinci şimdi "ılık" suda biraz bekletmeniz gerekir. Bu sırada suya bir çay kaşığı da tuz atmalısınız. Bu bekleme süresi pirincin cinsine göre değişecektir. Ben fazla acele ettiğim zamanlarda 20 dakika kadar, zamanım varsa 1 saat kadar bekletiyorum. Su ılık derler ama soğuk da olur. Yeter ki sıcak olmasın, o zaman pişiyor çünkü.

Islatma aşamasından sonra artık pişirme bölümüne geldik. Ayıklanan ve ıslanan pirincimizin ıslatma suyunu döküyor, bir kaç kez daha yıkadıktan sonra :

1. tencereye alıp 10-15 dakika kavurur, yağ,tuz ve su ilave eder
2. tencereye su, tuz ve yağ ilave koyup, sonra pirinci üzerine ekler
3. tencereye yağ koyar, pirinci yağla iyice kavurur üzerine tuz ve su ilave eder
4. tencereye su koyar, su kaynayınca pirinci, yağı ve tuzu ekler

sonra kapağını kapatarak, kısık ateşte, suyunu çekinceye kadar pişiririz.

Yukarıdaki 4 çeşit ve annenizden duymuş olabileceğiniz birkaç çeşit daha pilavın farklı pişirilme yöntemlerinden biridir. Sonuçlar arasında ciddi farklılıklar olduğunu söyleyemeyeceğim. Tabi pirinçleri kavurduğunuzda renkleri siyaha dönmüş ve bir kısmı da patlamışsa bilemem :)

"Annem yaptığında da arada koyu renkli pirinçler oluyordu ama" diyenler, onlar şehriye ;)

Tavuk ya da et suyu kullanacaksanız haricen başka yağ koymayınız.

Burada önemli olan koyacağınız su miktarı. Pilavla ilgili yapılan muhabbetleri uzaktan dinleyenler matematikçiler ya da bahisçiler aralarında bir konu tartışıyorlar sanabilirler, zira "bireiki, birebirbuçuk, önce bireiki koyup sonra yarım daha ilave ettim" gibi sözler sık kullanılır. Burada bahsedilen ne kadar pirincin ne kadar suyla pişirileceğidir. En genel kavram "1 bardak pirince 2 bardak su" olanıdır. Tabi burada sizin tepsiden kaba ve kaptan tencereye aktarmayı başarabildiğiniz kadar pirincin oranından bahsediliyor. Ona göre 2 katı kadar su koyacaksınız.

Bu oranın gerçek olanı zaman içinde kullandığınız pirince göre sizin tarafınızdan öğrenilecektir. Hatta suyu az gelen pilava su ekleme ( pişmiş aşa su katma) tekniklerini de öğreneceksiniz zamanla. Güzel pilavın sırrı ona zaman ayırmakta ve önceleri çok kötü pilavlar yemekte :)

Pirinciniz suyunu çektiğini kaşıkla şöyle bir karıştırarak anlayabilirsiniz. Ocağın altı kısık olduğu için bu su çekme yaklaşık olarak 20 dakika sürecektir. Ocağın altını çok açarsanız su daha çabuk çeker ama pilav pişmez. Arada tahta kaşıkla biraz tadına bakıp istediğiniz gibi olup olmadığını kontrol edin. Size pişmiş geliyor ( muhtemelen yanılıyorsunuzdur ama olsun) ve hala suyu varsa kapağı ve ocağın altını biraz açıp kalan suyu daha çabuk buharlaştırabilirsiniz.

"Neden tahta kaşık kardeşim ben metal yemek kaşığıyla bakacağım" diyorsanız "bakın o zaman" derim. Bakınca neden tahta kaşık dediğimi anlarsınız. (bkz : yanıkta acil yardım)

Pilavınızın suyunu yeterince çektiğine ve olduğuna kanaat getirince altını kapatıyoruz. Burada demleme aşaması başlayacaktır.

Demleme dediğimiz "pilavın içindeki buharın , pilav sıcaklığını kaybetmeden, yoğunlaştırılarak pilavdan uzaklaştırılması tekniği"dir. Yani "temiz bir bez ya da bir kağıt havluyu tencerenin ağzına koyup kapağı kapatın, 15 dakika bekleyin" demektir.

Benim pilav için ayrı havlum var valla, sizi bilemem.

İyi bir pilavda pirinç taneleri normal hallerinde tek tek durmalıdırlar. Kaşığı ( çatalla yiyenler de varmış) daldırdığınızda taneler serbest salınımla kaşıktaki yerlerine karar veriyor ve bazıları nazikçe tabağa geri düşebiliyorsa bu iyi bir pilavdır.

Kaşığı daldırdığınızda, taneler kaşığın aralarına girmesine izin vermiyorsa, kaşığı kaldırırken tabak da birlikte geliyorsa, ağzınıza attığınız kısımdan kaşık geri çıkmıyorsa, ağzınızda çiğnediğiniz nesne ilkokul 4. sınıfta öğretmen sizi yakaladığında korkudan çiğnediğiniz kopya notlarınızdan daha kötüyse, pilavı bıçakla keserek yemeniz gerekiyorsa, pilav, pilav olmamış demektir.

Burada kendi ürettiğim bir özlü sözü sizlerle paylaşmak isterim :"Çok su lapa, az su lata"

Şimdi beyler; oturdunuz yiyorsunuz, tadı gayet güzel olmuş, mutfak zemininde 70 ve mutfaktan oturduğunuz yere kadar olan mesafede sizi takip eden 30 taneden daha az pirinç var; kendinizi son derece başarılı ve hatta neredeyse Mengenli hissediyorsunuz. O halde son bir test, elinizi üzerinizdeki pantolonun cebine sokun, oradan pirinç çıktı mı, çıkmadı mı ? :)

Cümleten afiyet olsun :)

( Beyler, sabah kalktığınızda yatakta bir kaç pirinç olacak; korkmayın. O normal :) )

Ek : "Hanımlar için pilav tarifi"
1. Pirinci ayıklayın
2. Islatın
3. 1e2 su, biraz tuz ve yağ
4. Demleyin
5. Afiyet olsun

( onların sanıyorum genlerinde var :) )

06 Temmuz 2007

Modanın Mantığı Olmaz - iPhone

iPhone'ın satılmaya başlanmasıyla birlikte, teknoloji dünyasında ciddi bir hareketlenme oldu. Herkes, şöyle ya da böyle, bir türlü bu alete değdiriyor değiniyor. (Görüldüğü Okunduğu üzere ben de). iPhone'un en çok eleştirilen özelliği ise, taşıdığı cazibenin yanında, sıradan bir cep telefonundan bile az özelliğe sahip olması. Gerçekten de araştırdığınızda telefonda bir sürü şeyin eksik olduğunu görüyorsunuz. Oynaması güzel ama kullanması keyifsiz bir cihaz gibi duruyor. Yine de bir tanesine sahip olmak isterdim.

Gelelim yazımızın konusuna.

Peki bu cihaz 3 günde 500 bin adet satmadı mı ? Hem de sadece Amerika'da. Sattı.
Hala da satıyor mu ? Satıyor.
Daha da satacak mı? Satacak ?
Satışına başlandığı bir çok ülkede de benzeri talep ve rakalmlara ulaşacak mı ? Ulaşacak.

Peki neden ? Cevap, bu yazının başlığında saklı : "Modanın Mantığı Yoktur"

Zaten "moda" denen şey, mantıksızlık üzerine kurulmuştur. Yoksa insanlar neden mevcut 6 pantolonunu "artık giyilmez" diye bir yerlere kaldırıp gidip kendisine yeni pantolon alsın ki ? Yepyeni kıyafetleri "bir yere kaldırayım ileride yine moda olursa giyerim" mantığıyla giymekten vaz geçen insanları düşününce, bu cümledeki mantık kelimesi size de fazla gelmiyor mu ?

Apple'nin seyyar müzkçaları iPod da aynen bu şekilde tanıtıldı ve dünyayı sardı. Aynı fiyata alabileceğiniz ondan çok daha kaliteli bir sürü cihaz var. Ben Creative isimli markanın müzikile ilgili bütün ürünlerinin emsallerinden hem daha kaliteli hem de özellik olarak üstün olduğunu iddia ediyorum. Ama yok ! iPod alınacak. Çocuğunuza ( belki sevgilinize) ne kadar kaliteli bir alet alırsanız alın, iPod değilse suratının asılmasını engelleyemeyebilirsinz.

"iPod almadın bari beyaz kulaklık al da, görenler iPod zannetsinler" cümlesi moda denen olgunun mantıksızlığın bir eseri olduğunun gayet net bir ifadesidir.

Creative ( ya da diğer markaların) ürünlerini bile "kreativin de aypodları var" diye satıyorlar. Marka ürünün önüne geçti ve ürün adı oldu neredeyse. iPhone'a muadil çıkan bütün ürünler de "filanca markanın iPhone çözümü" diye tanıtılacak artık.

Böyle bir ürün bulmak ( ya da insan olmak) dostlar başına...

***

Bir kaç ay önce yeni bedenime ( kocaman oldu kendileri) bir kot pantolon almak için mağazaya gittim. Ben öyle moda olgusunun pek farkında olmadan yaşadığım için bu tip kıyafetleri "eskiyinceye" kadar giyerim. Mevcut kotların da (bedenime uymamanın yanısıra) artık cep ağızları, paçaları, arka cepleri ve diz bölümlerinden yıpranmaya başlamıştı.

Derdimi anlatıp göbeğimi gösterdikten sona istediğim pantolonu tarif ettim. Kendi pantolonlarımı seçebilme imkanım oduğunda beri aynı tarfi yaparım. Bunun üzerine, bir kot firmasında çalıştığı halde neden kendinden 5 beden büyük olan babasının 20 yıllık pantolonunu giydiğine bir türlü anlam veremediğim eleman gidip bana istediğim gibi bir kot getirdi. Kabine girip giydim, aynaya bir baktım !!! Cep ağızları yıpranmış, paçalarından iplikler sarkan ve diz bölgeleri aşınmış bir pantolon duruyor üzerimde.

"Acaba" dedim "benim istediğim model artık üretilmiyor da, ikinci elini mi satıyorlar?". Kabinden çıktım "Nasıl oldu ?" klasik sorusunu çocuğun ağzına tıkıp "Kullanılmış pantolon mu bu ?" diye sordum. Çocuk gülerek "Moda böyle" dedi. Muhabbetin ve alışverişin gerisi bol kahkalı geçmekle birlikte sonuç şöyle oldu :

"Kot pantolonumun cep ağızları, paçaları ve diz bölgesi yıprandığı için yenisini almak üzere gittiğim mağazadan, moda olduğu için cep ağızları, paçaları ve diz bölgesi özellikle yıpratılmış bir pantolon aldım."

Almamak gibi bir şansım da yoktu zira bütün mağazalarda bunlardan satılıyor. Neden mi ? E moda canım kardeşim, moda.

***

Modaya kapılmamak mümkün mü peki ? Buna evet demeyi çok isterdim ama sanıyorum doğru cevap "hayır". Zira moda sadece teknoloji ya da kıyafet alanında değil ki. Yeme içmeden tutun da akşam eğlenceye gidilecek yere kadar hatta sadece yürüyüşe çıkılacak sokaklara kadar her yerde karşımızda moda. Bazen adına "in-out" diyorlar, bazen "gözde mekan", bazen "top 10" ama hepsi de özünde aynı. Birisinden kaçsanız, bir diğerine kapılıyorsunuz; bazen isteyerek, bazen sadece farkında olarak, bazen de hiç fark etmeden.

Benim 15 yıldır giydiğim tişörtüm var ama telefonumu 4-5 ay önce yeniledim, hala da baknıyorum yeni modellere. Arabam ayağımı yerden kesse yeter, ama yeni bir bar açılmış, herkes oradaymış gitmesem olmaz. HTML dilini biliyorum, istesem it gibi site yaparım, ama şimdi bloglar moda, başkasının yazdığı kodlarla boğuşup duruyorum.

Bak hala "neden" diye soruyorsunuz yahu. Moda diyorum moda. Şimdi bunlar moda.

***

Peki ya modayı evimizin kapısına kadar getirip burnumuza sokan, altımıza üstümüze giydiren, masamıza koyduran, cebimize daldıran; bize deli gibi abuk sabuk şeyler aldıran nedir ?

Sorunun cevabı "reklam" ve bu da sanırım bir başka yazının konusu olacak.

03 Temmuz 2007

Oksijenin Fazla Gelmesi Durumu

Halk arasında "temiz hava yaramadı" olarak da bilinen durumdur.

Söz konusu durum genellikle, büyük şehirde yaşayan kişilerin hafta sonlarında kaçtıkları, mesire yeri tabir edilen oksijeni bol, doğal ortamlarda karşımıza çıkar.

En sık görülen şekli "eeeeehhhheeheheheeeeeyyyyyyyyyyyyyy" şeklinde atılan naralar, "iğyeeeeek" şeklindeki çığlıklar ve "aaaaaeeeeeeooooooo" şeklindeki anlamsız sesli harflerden oluşan yüksek sesli yaklaşımlardır. Bu, sesli tip olarak adlandırılmaktadır.

Şehrin keşmekeşinde yanındakinin konuşmasını bile zorlukla duyan gençlerimiz, açık ve sessiz alanlarda seslerini herkese duyurma fırsatını bulmuşken sıklıkla bu sesli tipi kullanırlar. Bu gençlerimizin söyleyecek ( duyuracak) bir şeyleri olmaması neticesinde de bu tip ilkel sesler çıkartmaları zaten beklenen bir sonuçtur. Yine büyük bir sıklıkla, bu sese mukabil, başka bir yerden bir cevap sesi gelir ki halk arasında bu duruma da "çiftini buldu" denmektedir. Bu durumda en tehlikeli sonuç çiftin üremesidir.

Bir diğer tip ise, atletik tip olarak da tanımlayabileceğimiz, günlük hayatında tuvalete bile bürositin tekerleklerini kullanarak giden ve fakat doğal ortamda ( aslında orası da onun doğal ortamı şimdi) atlamacı, yüzmeci, tırmanmacı , amuda kalkmacı kesilen tiplerdir. Bu kişileri de yine söz konusu etkinlikte, topluluktan ayrı olarak, bir ağacın tepesinde ( mahsur kalmış), üzeri hafif buz tutmuş bir gölde ( donmak üzereyken), köprünün hemen yanından karşıya atlarken ( bacağı ya da beli kırılmış) görebilirsiniz.

Tespit ettiğim bir başka grup ise "doğada babam yetişse yerim" tarzı kişilerdir. Bu kişilerin atalarının doğada yetişmiş olması muhtemeldir. Önce her akan suyu içip, sonra her yerde buldukları yeşilliği çiğneyen, en sonunda topladıkları mantarları pişirerek yiyen ve zehirlenen kişiler bu sınıfa girmektedirler. Bu tip daha çok, şehir hayatında doğal hayatın ve bozulmamış nesnelerin hasretini çeken orta yaş ve üzeri insanlardan oluşmuştur.

Bizzat içinde bulunduğum için bahsetmek istediğim bir diğer tip ise, teknolojik tiptir. Bu kişileri diğerlerinden kıyafetleri yardımıyla ayırabilirsiniz. Zira bunlar, bir gözleri kırpık diğer gözlerinin yerinde bir fotoğraf makinesi objektifi bulunan, boyunlarında muhtemelen bir GPS cihazı, 100 metrede bir cep telefonu çekiyor mu diye bakan kişilerdir. Mola yerlerinde çantalarından bir laptop ya da hafıza kartı yedekleme tıngırtısı çıkarıp muhtelif kablolarla bunları birbirine bağlamak, cep telefonuyla internete bağlanıp az önce çektiği bir fotoğrafı arkadaşlarına göndermek ve ortamdaki kişilere sürekli "burada bağlantı yavaş, 2 megabaytlık dosya 5 dakkada gitti, tepede olsaydık ben şimdi hepsini webalbüme atmıştım, a bu arada sizin eposta adresinizi de kaydedeyim" şeklinde iletişim kuran insanlardır. Ortamın tadını döndüklerinde çektikleri fotoğraflara bakarak anca çıkartırlar. ( ah benim eşşek kafam)

Bu oksijenin fazla bulunduğu temiz ve doğal ortamlarda, o kadar bol oksijene rağmen daha hala bu oksijeni gerekli şekilde yakamayan bir tür daha vardır. Bu türü genellikle canlı olarak birebir görmezsiniz. Daha çok "daha önceden orada bulunduklarını" anlarsınız. Bunu anlamanızı sağlayan poşetler, içecek kutuları ve şişeleri, peçeteler, gazete kağıtları, ekmek parçaları, fotoğraf filmi kutuları, cam kırıkları ortamda her yerde bulunmaktadır. Bu tip ne yazık ki diğer bütün tiplerin de içinde bulunduğu genel bir gruptur.

Her yolun sonu bir simitçi ve bir heykele çıkan şehir



Yıllar önce, Ankara'da yaşamaya başlamadan önce, bir şekilde 1 aylığına Ankara'da kalmam gerekmişti. Bilmediğim bir şehirde kaldığım zaman hep yaptığım şeyi, o zaman da yaptım : Kaldığım yeri merkez olarak alarak yürüyerek bulabildiğim tüm sokaklara girip çıktım.

Süre uzun ve mekan da Ankara olunca bu "kaldığım yeri merkez alma" durumu giderek genişledi, edinilen bir Ankara haritasıyla, gece geç ve sakin saatlerde arabayla bile bir sürü yeri dolandım. Gündüz muhabbetlerinden adını duyduğum yerleri keşfettim, Sakarya'da "selam ağabey, aynısından mı ? " diye müdavim kabul edildiğim bir barım bile oldu hatta :)

O zamanlar, çok keyif aldığım, bir alışkanlığım vardı: Her gece, defterimi açıp bir şeyler yazardım. Aklıma her ne gelirse. Genellikle şiir sayılabilecek bu yazılar, şimdi dönüp baktığımda tam bir günlükmüş aslında.

Ferhan Şensoy'un Gündeste isimli bir kitabı vardır. Özünde tam bir günlük olan bu kitap, yazıların tarih sırasına bakılmaksızın yayınlanması ve düz yazı değil de şiir şeklinde olmasıyla benzerlerinden ayrılır. Hele benim için öyle bir ayrılır ki, kütüphanede özel bir yerde durur. Kitabı mı önce okudum, o şekilde yazmaya mı önce başladım bilmiyorum. Her halükarda Ferhan Şensoy'un benden önce yazmaya başladığı kesin ama.

O defterlerin Ankara bölümünde, ilk 10-15 gün için çok az yazı var. Hatta o zamanlar yaşadığım şehirde ( Tokat - Artova) günde ( gecede) 5-6 sayfadan az yazmadığım düşünülürse, neredeyse hiç yok. İşte bu yazıların ilkinde ( Ankaradaki 10. güne denk geliyor) böyle bir şey yazmışım :

"
Ankara
her yolun sonu bir simitçi ve bir heykele çıkan şehir

Her yol kavşağına bu heykeller,
kaybolursanız adresi sormak için dikilmişler sanki

Şu Sakarya Caddesi,
neredeydi madenci abi ?
"


Bu yazıdan 1 yıl kadar sonra Ankara'ya taşındım ve 9 yıldır buradayım. Şimdi bakıyorum da her gün önünden geçtiğim heykellerin hiç birini anımsamıyorum. Aklımdaki bütün heykeller o yıllar önce gezinirken gördüklerimden ibaret. Bir de en sevdiğim mekanlardan biri olan Kuğulu Park'ın girişine 1 yıl kadar önce dikilen Tunalı Hilmi Efendi'nin heykeli.

Hep söylemişimdir, "bir şehirde yaşamak o şehri unutturuyor."; en güzeli, turist olmak bir yerde.

E heykelleri unuttum da, simitçileri unuttum mu ? Yok canım, onları hala bliyorum. Hatta hangileri aynı fırından alıyor, hangisine tazesi ne vaktte geliyor onu bile bilirim. Şimdi çıkıp, toplallaya topallaya yürüyerek "bebek arabalı simitçi" amcadan bir simit alıp yiyeceğim hatta. Bu amcanın da bir kaç fotoğrafını çekebilsem, onu da yazacağım...


Bu yazıya esin kaynağı olan yazı : http://www.devletsah.com/ankaranin-heykelleri/

01 Temmuz 2007

Ah benim canım Türkçem - W'nin dilimizdeki yeri


Bugün sanal dünyadaki olağan gezintilerim sırasında bir bloga denk geldim. Ana sayfada TRT tarafından hazırlanan ve Türkçe'nin yanlış kullanımını ve bozulmasını iğneleyen bir video vardı. Yazı kısmında da ne kadar doğru bir yaklaşım olduğundan, dilimizin nasıl bozulduğundan bahsediliyordu.

Aman ne güzel derken birden sitenin adresine dikkat ettim; olacak iş değil. Site sahibi arkadaş, gayet Türkçe olan isminin içinde geçen V harfini W olarak yazmıştı. Bu sadece sitenin adresi değil, aynı zamanda adı da. Haberi siteye yazan kişi de, kendine takma isim olarak ( şu bizim nick name yani) yabancı bir diziden bir karakterin adını seçmiş.

Pekiyi ana konu neydi, bozulan dilmiz. Hatta yazarın kendi sözleriyle "ayaklar altına alınan dilimiz".

Türkçe'yi bu kadar sevip de kullanmamak nasıl bir histir anlayamadım.

Üstelik sitede bir alttaki yazıda da hem başlıkta hem de yazıın içeriğinde "mause" diye bir kelime kullanılmış. Yazıyı okuyunca bunun "mouse" olması gerektiğini anladım. Dilimizde, tam kelime ve anlam karşılığı olarak kullanılan fare diye bir kelime de varken üstelik. Daha ilerilerde "İngilizceyi sevelim, koruyalım, ayaklar altına almayalım." diye de bir yazı var mı diye baktım ama göremedim.

Sitenin adını vermiyorum. Derdim kötü reklam yapmak değil. Bu yazıdakileri zaten onlara da yazdım.

Bir şey daha var, yazdım diyince aklıma geldi. Sitenin her haber için bir yorum ekleme özelliği de var. Burada şöyle bir not düşülmüş : "Türkçenin doğru kullanıldığı yorumları seviyoruz. ( Nasıl yazmalıyım)". Nasıl yazmalıyım bölümü bir başka sayfaya gidiyor ve burada nasıl yazılması gerektiği ile ilgili bir metin var. Metnin ilk cümlesi şöyle başlıyor : "Blogları diğer web sitelerinden ayıran en önemli özelliklerden biride..." ( de bitişik yazılmış) :)

Üstelik siz yorumu yazıp gönderdiğinizde, sistem otomatik olarak bütün büyük harfleri küçük harfe çeviriyor. Böyle de bir yapıcılık eklenmiş. Sanırım Türkçenin ayaklar altına alınmaması için yapılmış. Belki de arkadaşlar büyük harflere daha gelmediler. :)

Yorumların düzgün olması için "edit edildiği" belirtilmiş ama birleşik yazılan soru ekleri ve editörün kendi yazısında bile yanlış yazılmış -de/-da hataları ortalıkta cirit atıyor.

Öyle ki , sitede söylenen, eleştirilen ve yapılan arasındaki dayanılmaz çelişki bana da bu yazıyı yazdırdı. Normalde, başlıkları görür görmez kara listeye atacağım bir siteydi.

***

Çocukken bir kaç ciltlik bir kitap setim vardı. Sanıyorum Yapı Kredi Bankası ( o zamanlar daha Koç tepmemişti kendisini) dağıtmıştı. Boyutları alışılmışın ( o zaman için) biraz dışında olduğu için değişik gelmişti. Zaten konusu da Atatürk'ün hayatıydı, ilginç gelmemesi mümkün değil. Okullarda okumadığımız şekilde çok keyifli bir dille anlatılmış bir sürü detay vardı kitaplarda.

O kitaptan aklımda kalan şeylerden bir tanesi de Atatürk'ün çok sevdiği söylenen iki dizeydi " O mahiler ki derya içindedirler / Deryayı bilmezler". (O balıklar ki denizin içindedirler / Denizi bilmezler.) Hem Atam severmiş diye hem de benim de çok hoşuma gittiğinden yıllarca bu sözü sık sık kullanmışımdır. Ve genellikle hemen arkasından da hem anlamsal, hem de sessel olarak çağrıştırdığı için "kendini bilmezler " diye eklerim.

Bu yazıma da ekleyeyim istedim.

Ve bu yazımın ana fikrini ise şöyle belirledim : "Türkçeyi bilmiyor, İngilizceyi bilmiyor, başka dil bilmiyor; anlatacak derdi var, ne yapsın bu insanlar ?" Dilerim, bu konu akademik çevre tarafından fark edilir ve en kısa sürede birisine tez olarak verilerek bir çözüme bağlanır.