gamze emreyi affetsin!
Destekliyorum
gamze emreyi affetsin!
Kendi kendime konuşuyordum, insanlar deli sanıyorlardı. Şimdi yazıyorum, artık insanlar deli olduğumdan eminler.
Özellikle büyük alışveriş merkezlerinin kapılarında, pek değişik şekillerde, alışveriş merkezinin ve oradaki müşterilerin güvenliğini sağlamakla görevli olan bu kişilere sanıyorum denk gelmemiş olanınız yoktur.
Ben, nedense, çok sık olarak denk geliyorum. Ve her seferinde de bunlara tamamen sinir oluyorum.
Sinir olduğum tabi ki bu insanların kendileri değil, hepsi gencecik pırıl pırıl insanlar. Ben kanunla kendilerine verilmiş olan bir takım yetkileri, çalıştıkları firmanın amirinin talimatları doğrultusunda ve fakat bütünüyle anlamsız olarak uygulamalarına sinir oluyorum. Kendi kişiliklerini ve hata bazı durumlarda akıllarını ayaklar altına alarak sürdürdükleri "güvenlik" önlemlerine sinir oluyorum. Sadece göstermelik olarak yapılan bu işlemin yeri gelince bizlere eziyet olmasına sinir oluyorum.
Bu arkadaşların hiç birisinin şahsına ve kişiliğine sözüm yok. Ama yapılan işlemlerin anlamsızlığına ve bunun bana yansıyan kısmına sonuna kadar itirazım var.
Şimdi bütün güvenlikçi arkadaşlar bu satırlara kızacaklar. Ama sanıyorum ben haklı olduğum için kızacaklar. Umarım benim bu kadar zamandır edindiğim izlenimlerin hepsi yanlıştır. Ve bu yazıdan sonra onlar bana bunların doğru olduğunu gösterip beni utandırırlar.
Başlayalım bakalım.
Nedir efendim bu arkadaşlarımızın bize görünen temel görevi : Alışveriş merkezlerine giren kişilerin üzerilerinde silah, patlayıcı ya da benzeri zarar verici maddeler bulunmasını engellemek.
Bu amaçla ne yaparlar : Çantaları arar ya da makineden geçirip kontrol ederler, üzerimizdeki metal eşyaları çıkarttırıp incelerler, arabalarımızı ararlar.
Ayrıca bulundukları konum ve yaptıkları iş itibarıyla bizlere 2 şey söylerler :
1. Bu bina terör ya da benzeri saldırılar için risk altındadır.
2. Buranın güvenliğini biz sağlıyoruz.
Öyle ya, hiç bir risk olmayan bir yerde neden güvenlik görevlisi olsun. Bu arkadaşlar madem ki kapıda o zaman o bina risk altında, olası bir hedef.
Peki gelelim akıl dışı olan kısma yani uygulamaya :
Takip edenler ( varsa) bilirler, ben televizyona reklamlarını hiç sevmem ve sık sık eleştirir ya da alay ederim. Ek bir bilgi daha, özel televizyon hizmeti veren bir kurumdan hizmet alıyorum ve alışılmış kanalların hiç birisini seyretmem, dolayısıyla reklamlardan olabildiğince yalıtılmış yaşıyorum. Ama ne kadar yalıtılsanız da fayda etmez, yine de bir yolunu bulup hayatınıza giriyorlar.
Bir çikolatalı gofret reklamı var örneğin. Gencecik kızımız internetten erkek arkadağının "profiline" bakıyor, orada filanca kızla fotoğrafını görünce çok kızıyor, hemen kankasını arayıp dert yanıyor. Telefonu kapatırken kitaplar devriliyor, bir kutu düşüyor falan gibi muhtelif talihsizlikler daha oluyor. "Öfff" derken çekmecede bir çalar saat çalıyor. Çekmeceyi açınca onlarca reklamı yapılan ürünün üzerinde bir çalar saar görülüyor. Kızımız bizim üründen bir ısırık alınca, bilgisayar ekranındaki sayfayı kapatıp, oğlanın fotoğrafının bulunduğu çerçeveyi de deviriyor.
Herşey bir yana, gofret yemek için çalar saat kuran birinden kime ne hayır gelir ? O çalar saati çekmeceye koymak nasıl bir akıldır ? Bir gofret yiyince erkek arkadaşını bırakan kız imajının hedef kitlesi nedir ? Bayıla bayıla yediğim gofreti şimdi yerken aklıma bunlar takılıyor yahu. O zekaya sahip kızımızı, çekmecedeki çalar saati ısırmadığı için de özellikle tebrik etmek istiyorum ben buradan.
Tahmini hedef kitle : "Erkek arkadaşlarının internette başka kızılarla fotoğraflarını görünce sinirlenen kızlar."Evinde başka bir ülkedeki kızıyla internetten yazışan bir babanın, kızının aniden gelip onun şaşırtması üzerine kurulu bir reklam var. O kız eve öyle gelip de babasının gözlerini kapatsa, bence o adam kalpten ölürdü. Hadi ölmedi idyelim kendine gelmesi en az bir 10 dakika sürer, kendine geldiğinde de sarılamk yerine ya küfreden ya da döverdi. Zaten söz konusu firmanın bu konudaki bütün reklamları "duygusal" konular üzerine. "Sömürü" demeye dilim varmıyor.
Bir zamanlar, "Reklamlar" ön duyurusuyla hayatımıza dahil olan reklamların şimdi bir de izlediğiniz ( izlemeye çalıştığınız) filmin ortasında zart diye hayatınıza giren çeşitleri türedi. Bunların bir yerinde "Tanıtıcı reklam" gibi bir mesaj yazılı oluyor. Ötekiler tanıtıcı değil de bir tek bunlar mı tanıtıcı, nedir anlayamadım. Genellikle hep aynı kurumun reklamları aynı kanalda bu şekilde yayınlanıyor. Bir tür sponsorluk söz konusu sanıyorum. Ve tabi ki, bu kuşakta fazladan bir ücret talebi de aynı sözün konusudur. Milleti baymak ve markadan soğutmak için fazladan para vermek, benim ne olduğunu anlayamadığım bir düşüncenin ürünü sanıyorum. Asıl reklam kuşağının spotu bu tanıtıcı reklamdan sonra yayınlanıyor.
Öyle kontrolsüz giriyorlar ki bunlar, kanal değiştirene kadar bir kısmını seyretmiş oluyorsunuz. Hatta bunlardan bir banka reklamı bende "duyduğum anda ayağa kalkıp mutfağa ya da tuvalete gitmek" gibi bir şartlı reflekse neden oldu. Ayıptır söylemesi, tam tuvaletten çıkarken müziği duysam tekrar geri dönmem gerekiyor. Böbreklerime işlemiş işte, düşünün.
İzlemeye başladığınız ( ve izleyebileceğinizi sandığınız) bir film ya da dizinin başıda ( Film yayınlayan kanal var mı hala ?) "Bu programda interaktif reklam uygulaması yapılmaktadır." uyarısını gördünüz mü, bilin ki yandınız. Filmin orasından burasından, tüp gazlar, pet şişe suları, merdivenler ve yeni moda ısıtıcıların fırlamasına hazırlıklı olmanız gerekiyor. Filmin en heyecanlı sahnesinde, olayın olduğu bittiği yerin üzerinden şansınıza ne geçecek bilmem artık. Allahtan bazı kanallar bu sırada görüntüyü küçültmeyi akıl ettiler de, seyrettğiniz her neyse onun içine hepten etmiyorlar hiç değilse. Haberlerde bile yapıyorlar bunu. Zaten haber seyrederken ekranın alt üçtebiri o anda seyrettiğiniz haberin reklamlarına ait, bir de bir yerden bunlar çıkıca ortalık karmakarışık oluyor.
Ya fonunda müzik olan herşeyin altında beliriveren "bu müziği cep telefonu melodisi olarak kullanmak istiyorsanız bilmemkaça mesaj atın" uyarısı. Medya sistemine bulaşmış bir virüs olduğunu düşünüyorum ben bunun. Gerçek ya da kasıtlı olamayacak kadar saygısız zira.
Televizyon reklamcılığı dendiğinde benim aklıma, "kanalların gelir sağlamak için, program aralarında yayınladığı tanıtım ve promosyon amaçlı kısa görüntüler" geliyor. Oysa gördüğüm kadarıyla şu anda televizyonculuk "reklam aralarına bir şeyler sıkıştırmak" şekline dönüşmüş durumda.
20 dakika sonra başlayacak dizinin reklamını yapmak, dizinin o günkü bölümünü yayınlamadan önce, geçen bölümlerin özeti adında içine reklam sıkıştırılacak bir bölüm yayınlamak, o özetin arasına bir sürü reklam sokuşturup o anda izlediğiniz ( izlemeniz gereken) dizinin de reklamını yapma saçmalığını sergilemek benim gözlemleyebildiğim ( bana denk gelen) yeni uygulamalar arasında.
Hoş, yayın programında ana haber bülteninden sonraki bütün geceyi sadece bir tek diziye ayırmış kanaldan da zaten ne bekleyecektik ki.
Bu reklam olgusunda sık rastlanan bir başka uygulama da "Ünlü birisini" oynatmak. Elin futbolcusunun traş olduğu jiletle ben neden traş olmak isteyeyim? Başka bir elin, ünlü bir şoförünün kullandığı lastikten bana ne ? Sanki adam lastiğe para verip taktırıyor. Kim sponsorsa onun lasitiğini kullanıyorsun kardeşim, bizi mi uyutuyorsun. Nerdeyse menapoza girecek kadını sırf ünlü diye neden hijyenik kadın bağı reklamında oynatıyorsunuz ki ? Ülkemin sayılı müzisyenlerinden birisi neden fındık pazarlıyor ? Pazarladığı fındığın neden illa ki "aganigi naganigi" özelliğini vurguluyor ? Konuyla ilgili bri sağlık prolemi mi var ?
Bu yılın ilk 5 gününde devam eden ( en son 5 Ocak'ta gördüm reklamı) bir otomobil firmasının düzenlediği kampanyalı araç satışı konulu reklamın altından "kapmanyamız 31.Aralık.2007 tarihinde son bulacaktır" geçtiğine de şahit olmuş biri olaak, reklamlardan çok falza bir şey ummuyorum. Ama hiç reklam seyretmeme hakkımın olmasını istiyorum. Reklamları göstermeyen bir televizyon uygulaması başlarsa da sanırım ik abonesi olacağım.
Son olarak, bu her yeri reklama boğan kanalların yayınladıkları dizi veya filmlerdeki reklam isimlerini bulandırma özellikleri de ne iştir, onu da anlamıyorum.
Ve son olarak kusturacak düzeye gelen reklamlar :
1. "Dibi datti dada da"" diye sinir bozucu bir müzikle başlayan, minik beyaz adamların kırmızı zemin üzerine acayiplikler sergilediği reklam. Orijinal fikir zaten başka bir reklamdan alıntıydı.
2. Şapkasındaki sarı anteni bir kapıya sıkışan kız çocuğunun ortalıkta dolandığı akıllara zarar reklam. Bir gün sünnet kliniği açarsam benzer bir reklam kullanmayı düşünüyorum ben de.
3. Sevimsizlik abidesi bir robotun marka yaratığı olarak yıllardır ortalıkta dolandığı reklamlar dizisi. Mağaza vitrinlerini gördüğümde bile tüylerim diken diken oluyor, alacağım varsa da almam.
4. Teknoloji özürlü yapmacık teyzenin, oğlu, kızı, gelini, torunu ve bilumum akrabalarıyla teknolojik ürünler hakkında konuştuğu reklam serisi. O kadar teknoloji özürlü bir teyze sizin dükkanı tercih etse ne olur olmasa ne olur. "Hiç bir şeyden anlamayanlar bizi tercih ediyor" gibi bir mesaj mı vermek istiyorlar anlayamadım.
5. "Filanca teyze" imajıyla bir aralar süperkahramanlığa da soyunmuş olan, mütemadiyen yanında çamaşırsuyu taşıyan, beyaz dostu teyzenin kullanıldığı reklam serisi. Gencecik kadına teyze demek bir yana; suyunu çıkardılar reklamın, eminim bembeyazdır.
6. Ünlü bir komedyenimizin ( ki ününü sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum) telekomünikasyon dünyasında ki savaşın içine çekildiği ve bilumum akrabalarını da oynattığı reklam serisi. Kendisi ev telefonunu ne kadar kullanıyor çok merak ediyorum.
7. Ş harfinin üzerine basa basa ( ve tahminen yakın çevreye tükürük saça saça) ürünün adını söyleyen adamın bir firmadaki maceralarının işlendiği reklam serisi.
8. Eciş bücüş, hilkat garibesi yaratıkların bir içecek otomatının içindeki maceralarının anlatıldığı reklam serisi. Gören de içeceği ben parayı attıktan sonra orada üretiyorlar sanır.
Siz bırakın reklam falan izlemeyi, ben sizin için düzenli aralıklarla derliyorum işte. Reklamları bırakın beni izleyin. En güzel reklamlar sadece Semazem'de :)Anahtar kelimeler dizi, film, haber, medya, reklam, reklamcılık, televizyon
Ekşi sözlük klonlarından sonra, sevgili okurlarım, Semazem klonları da türedi. Sitemdeki yazıları alıp alıp kendi sitelerinde yayımlayan bir sürü yaratık var ortalıkta. Altta yapılan yorumlara da gayet güzel cevaplar vermişler; kedni akıllarınca.
Yazılarımın "benimsenmesi" hoş bir şey tabi ama insanların kendi yazılarıymış gibi yayımlamaları sanıyorum ki sadece acizlik. "Modaya uydum, blog açtım, ama yazamıyorum; bari araklayayım" gibi bir mantık yürütmüşler sanıyorum. O kafaya bu mantık da gayet güzel gelmiştir.
Hayır yazılardan yola çıkıp eşzeka seviyesinde bir karşıcins tavlamış olduklarını düşünüyorum da, ilk buluşmada o cümlelerin yazarı olarak neler söyleyebilmişlerdir onu da merak ediyorum. sanıyorum sadece melemişlerdir :) "Ben yazabiliyorum ama konuşamıyorum." mu dediler yoksa ? :)
Lakin böylesi bir zavallığı internet gibi bir camiada sergilemek de söz konusu aciz kafaların akıllılılıklarının bir göstergesidir diye tahmin ediyorum. Arama yapıldığında 30 tane semazem imzası, 3-5 tane lütfedip isim/adres belirtmiş site ( sağolsunlar) bir de bunlarınki çıkıyor. Sahtekarlığı görmek için alim olmaya da gerek yok sanırım.
Allah cümlesine akıl fikir versin :)
Anahtar kelimeler Acizlik, Geri zekalılık, Hırsızlık, Terbiyesizlik, Zavallılık
Bu yıl ikincisi düzenlenen "Sokak Açık Sokağa Çık" adlı sokak şenlikleri ve aynı tarihlerde kutlanan 7. Uluslararası lösemili Çocuklar Haftası nedeniyle yapılan etkinlikler ve gösterilerde,31 Mayıs 2008 Cumartesi günü çekilmiş olan ve şimdilik sağ taraftaki kolonda minik halleriyle dönüp duran fotoğrafların büyük hallerine, isterseniz buradan ulaşabilirsiniz.
Hatta siz şimdi ulaşmışken yorum falan da yazarsınız :)
Anahtar kelimeler 7. Uluslararası lösemili Çocuklar Haftası, Ankara, karum, kuğul, lösemi, lösev, Sokak Açık Sokağa Çık, şenlik, tunalı hilmi
Kadınlardan seven var mıdır bilmem ama erkeklerin arasında bulaşık yıkamaktan hoşlanan olduğunu sanmıyorum. Hatta öyle ki bulaşıkları bulaşık makinesine yerleştirmekten bile, pek hoşlanmayan bir çok hemcinsimi tanıyorum. Ben de, o makineyi boşaltmaktan nefret ederim mesela. Çok nadir olarak, biraz da meditasyon amacıyla sanıyorum, makineye sığmayacak bir tencereyi yıkarken dalıp da tabak, bardak ve diğer muhteviyatı yıkamışlığım vardır ama onlar zaten bilinçsiz anlardı.
Lakin ister sevelim ister sevmeyelim eninde sonunda yeri geldiğinde bulaşık yıkamak zorunda kalıyoruz. İşte ben de bu konudaki deneyimlerimi hemcinslerimle paylaşmak istedim.
Bulaşık yıkarken ilk dikkat edilmesi gereken husus bulaşığın nerede yıkanacağıdır. Bizler de bu konuda çoğunluğa uyup mutfağı kullanmalıyız. Evet banyo yaparken arada tabaklar falan da çıkıyor ama çok sağlıklı değil. Özellikle bekar evlerinde...
Bulaşığın temel unsuru sıcak su ve deterjandır. Bu suyu akar değil de durur halde tutmak için bir tas ya da lavabonun tıkacını kullanmamız yeterli oluyor. (Küvet demedim farkındaysanız.)
Suyu elimizin dayanabildiği kadar sıcak yapmamız yağların kendiliğinden çözülmesi için elzemdir. Suyu doldururken bir miktar deterjanı da tasa ya da lavaboya damlatmamız kolay yoldan köpüklü bir sıvı elde etmemiz için de ayrıca önerilir. Eğer detarjanınız 5 kullanımda bitiyorsa deterjan miktarını ondabiri kadar azaltabilirsiniz. Bu, inanılmaz bir şekilde, nedeni aylardır bulunamayan ishalinizi de kesecektir.
Mevcut bulaşıkların tercihen çok kirliden az kirliye doğru yıkanması, bir tas ya da lavabo suyun yetmesi için ayrıca önerilir. Ben genellikle önce çatal bıçakları, sonra bardakları, sonra servis elemanları ve diğer kapları ve en son olarak da tencereleri yıkarım. Sizler kendi zevkinize ya da mantığınıza göre istediğinizi yıkayabilrsiniz. Ama kesinlikle ve kesinlikle çoraplarınızı bu sıralamaya dahil etmeyin. Zaten bulaşık deterjanı çok sert yapıyor çorap ve çamaşırları. Öhm.. Neyse....
Burada biraz fizikten bahsetmek isterim. Blindiği üzere bir sıvıya atılan katı bir madde kendisiyle aynı miktarda su taşırmaktadır. Eğer siz bu katı maddeyi bir de yüksekten bırıkıyorsanız, bu taşma eylemi sıçrama şeklinde cereyan edip hedef olarak da yüzünüzü tercih edecektir. Bu sebeple bulaşık önlüğü ( su geçirmez olanlarından önerilir) kullanmanız tavsiyesinde bulunacağım. Acemiliği atana kadar ek olarak yüzücü gözlüğü ve bonesi de kullanabilirsiniz.
Deterjanlı sıcak suyun içerisine koyduğunuz bulaşıkların bir süre çözülmesini beklerseniz temizleme işlemi daha kolay oluyor. Bu bekleme süresinden sonra reklamlarda görüp de beğendiğiniz o temizlik bezleri ya da süngerlerinden birisiyle yıkamaya başlayabilirsiniz. Eğer o ayrıntıyı atladıysanız bir elbezi de kullanabilirsiniz. (Çorap olmaz.)
Biraz da tecrübeyle öğrenilmiş püf noktalarına değinmek isterim :
Evet, bu noktalara dikkat ederseniz bulaşıklarınız gayet rahat bir şekilde yıkanır, ortalık batmaz ve siz de kuruduktan sonra tertemiz eşyalara sahip olursunuz.
Bulaşığın sonunda genellikle üstümüzdeki ve altımızdaki kıyafetleri de değiştirmemiz gerekir. Ve eğer tavandan da bir şey damlamıyorsa mükemmel bir iş başardınız demektir.
Müstakil zavallılık ve acizliklerini isim vermeden yorum yazmak suretiyle giderdiklerini sanan bir grup gerizekalı sebebiyle, yorumlar artık Google şifresiyle yazılabilecektir.
Basitliğin böylesinin önünde bunun da bir engel teşkil etmeyeceğinibilmekle birlikte, yine de bu özelliği kullanacağım.
Sanal kahramanlara da selam ederim ;)
Anahtar kelimeler Orospu Çocukluğu
Çok sıradan, binlerce çeşidi bulunan ama vazgeçilmez bir sofra nesnesidir tuzluk. Her ne kadar tuzu elle "çimdikleyip" parmaklarla ekmek gibi bir alternatif mümkün olsa da yine de taşıma, koruma, kullanma ve paylaşma söz konusu olduğunda tuzluğun yerini hiç bir şey tutmaz.
Dün bir can dostumla yemek yiyip hasbihal ederken geçti bu tuzluk bahsi. Düşününce ( ben düşünebiliyorum da) tuzlukla ilgili ne kadar çok şey geldi aklıma. En azından tuzluk dendiğinde ilk akla gelen en az 10-15 farklı çeşit tuzluk oluyor. Sonra detaylara indiğinizde bunların tıkananları, tıkanmasın diye içine pirinç konanları, pirinci fazla kaçırıp 2 günde bir tuzluk doldurmak zorunda kalanları, elinize aldığınızda sizde önce kullananın nasıl bir hıyar olduğunu anlamanızı sağlayan vıcık vıcık yağlı olanları, 3 deliğin ikisine kürdan sokup onları tıkamayı akıl edenlerin nasıl olup tek deliklisine tuz koymayı akıl edemediğini ve yemekte olduğunuz şeyleri de aynı zekaya sahip kişilerin pişirdiğini düşünerek yemeğin boğazınıza dizildiği anları, cümenin çok uzadığını ve sonunu bağlayamayacağınızı anladığınızda sanki ağzınıza bir avuç tuz atmış gibi yüzünüzü buruşturduğunuzu.... Öhm...
Bu tıngırtı hakkında en büyük muamma, sanıyorum ki, "Hangisi karabiberlik hangisi tuzluk ? " olarak özetlenebilecek durumdur. Biliyorsunuz Ferhat'la Şirin, Kerem ile Aslı, Ediyle Büdü, GSM ile SMS gibi ayrılmaz bir ikilidir tuzlukla karabiberlik. Ama genellikle biri tek, biri çok ( 3 ya da 5 olması alışılagelmiştir) delikli olan bu ikilinin hangisinin tuz hangisinin karabiber için üretildiği ve kullanıldığı hep sohbet konusu olur. Tuzu çok seven ve yemeğin tadına bile bakmadan tuz eken bir millet olarak genellikle çok deliklisini tuz ekmek için kullanırız ki rahat ve bol bol aksın. Ama tek delikten bile kolaylıkla akabilen bu tuzu her zaman da fazla kaçırırız. Oysa taneleri minicik, hafif ve birleşmeye eğilimli karabiberi, minicik bir deliğin tek çıkış olduğu eşe doldurur ve istediğimiz tada ulaşana kadar 15-20 sallamalık bir kaç set yapmamız gerekir.
Nadiren de olsa gitmiş olduğum lüks lokantalarda ( tipime bakınca pek almıyorlar, o yüzden nadir ) tuzun tek, karabiberin çok delikli olana konduğunu görünce, bunlar doğrusunu biliyorlardır diye düşünüp mutlu olurum hep. Zaten 6 tane ızgara köfte ve bir patates kızartmasına 40 milyon istediklerinde küfretmememin ardında yatan da bu "bunların bildiği bir şey vardır" duygusu oluyor.
Bazı tuzluklar da içlerinde ne olduğu ( daha doğrusu ne olması gerektiğini) belli edecek şekilde tasarlanmışlardır. Ya üstlerinde "tuz, karabiber" yazar, ya bunların indgilizceleri ya da baş harfleri olan S ve P harfleri yer alır. ( Ay nov ingiliş). Ama bizim bazı lokantacılarımız nedense üstlerinde ne yazdığına bakmadıkları için ( baktılarsa da anlamamışlardır demeye dilim varmıyor) kendi kafalarına göre içlerini doldururlar ve siz "bi gıdım da karabiber ekeyim" dediğiniz pilavı birden tuza boğarsınız. Üstelik kesinlikle bilinçsiz ya da akılsızca yapılmış bu uygulamayı garsonlara anlatmanıza da imkan yoktur.
- Birader şu pilavı bi değiştirsene
- Neye ?
( "Niye" mi demek istedi "neyle" mi ? Haydi ben "niye" demiş gibi cevap vereyim)
- E karabiber diye aldım, tuz koymuşsunuz, şap gibi oldu
- Neden ?
- Karabiberliğe tuz koymuşsunuz
( Üzerinde P harfi olanı alır eline döker)
- Duz işte
- Tamam da o tuzluk değil karabiberlik
- Neye ?
( Ulan sorunlu ben miyim sen misin ?)
- Üzerinde P harfi var gördün mü ?
- Hee
- İşte o karabiber demek
- Neye ?
- Model olsun diye öyle yapmışlar. İngilizce aslında; S tuz, P karabiber demek.
- ( Bön bakışlar )
- Neyse sen şu pilavı değiştiriver
- Neye ?
İşin sonu P ve S'yi çok daha Türkçe ve kavgaşinas kelimelere bağladığınız bir cümleyle sonlanır. Ama sonuç değişmez; ya pilavı tuzlu tuzlu yersiniz ya da yemez ama hesapta ödersiniz. Dayak gibi bir seçenek de alternatifler arasında tabi. ( Ay dont nov kungfu.)
Dekoratif olmak adına bu ikiliyi çok farklı şekillerde tasarlayanlar ve bu tasarımları alıp kullananlar da hiç az değil. Benim evimde bir çift civciv, birbirine sarılan bir başka çift gibi çeşitler mevcut örneğin. Ama benin tercih ettiğim yine de en sıradan ve şeffaf olanlar. Ve en güzeli de sanıyorum şeffaf olanları. İçinde ne olduğunu görüyor elinize alırken de deliklerine bakıyor ona göre ekiyorsunuz. Garson da, tabaklar da sizin burnunuz da sağlam kalıyor.
Anahtar kelimeler Karabiber, Sofra, Tuzluk, Yemek. Tuz