13 Aralık 2006

Pencerenin Perdesini

Ne keyifli türküdür değil mi ? Hele ki fasılda sona doğru çalındığında nasıl da neşelendirir, oynatır insanı.

Ama "pencerenin storu", "aman da kepengine kurban", "panjurumun yarığından güneş giriyi güneş" gibi türkülerimiz yoktur. Neden yoktur? Zira bunlar bize ters...

Sotrdu, panjurdu, bunlar -çok sevdiğim bir kelimeyle nitelemek isterim- alengirli şeyler.

Perdeyi tutup çekersin açılır ya da kapanır. Hızlı çekersen kornişten bir kaç santim çıkar, sandalyeye çıkar yerine takarsın, bir de gazete kağıdını katlayıp kornişin ucuna tıkarsın olur biter. Hatta eskiden ince metalden olurdu bunlar, penseyle ucunu darattın mıydı hayatta çıkmazdı yerinden, ne kadar sert çekersen çek. Sonra onu da plastikleştirdiler, şimdi mutlaka sonuna "perdeyi hızlı çekersen kornişten çıkmasın şeyi" takmak lazım, gazete de tutmuyor. Zaten artık perde falan kullananda kalmadı, storlar moda şimdi.

Ama bu yeni şeyler öyle kullanılacak gibi değil. Zaten montaj için geldikleri anda bir korku sarıyor insanı. 3 kişi birden geliyor, ellerinde mekanik bir sürü şey. Biri deliyor, biri o deliğe abuk sabuk şekilli bir şey tıkıyor, öteki onun üzerine robot kolu gibi bir şey takıyor, o ilk deliği delen bir kutudan uzun bir şey çıkarıp robot koluna takıyor, öteki bir zinciri bir yerden geçiriyor, yanından bir ip sallandırıyor. yahu perde bunun neresinde demeye kalmadan inca uzun bir sürü plastik zımbırtıyı birbirlerine geçirip sallandırıveriyorlar tavandan. Aman da, eyvahtı derken, hayırlı olsun diyip çıkıyorlar; kalıveriyorsunuz plastik bir sürü zımbırtı ve iplerlerle, zincirlerle birlikte.

Yahu bunun neresi perde, bu ip ne, zincir niye. Çıkarken bıraktıkları bir kitapçık var 50 sayfa falan, kullanma kılavuzuymuş. Perdenin kılavuzu mu olurmuş. Hey allahım. Adamlar 14 dilde yazmış bir de, demek ki her dilde kullanmak sorun oluyor bunu. Açıp okuyorsunuz, teknik çizimler falan var, ipi çekince şöyle olur, zinciri çekince böyle olur, ipi bu tarafa çekerken zinciri öyle çekince başka bir şey olur. Kabus gibi bir şey. Kış gelsin de güneş gözükmesin, açamayayım bir daha diye dua ediyor insan , tabi becerip de kapatabilmişse.

Hayır bir de bunu "modern" görünüm olsun diye iş yerlerine takıyorlar. Yahu, yanında fare var diye korkudan bilgisayarların bulunduğu odaya girmeyen adam çalışıyor orada. ( Sonunda bağlı diye ikna ettik de, kapıdan çayları uzatıyor hiç değilse. ) Adam o perdeyi nasıl açıp kapatacak. İlk iş "Müsleheddin efendi, buna sen hiç dokunma biz açıp kapatırız" demek oluyor. Zaten Müsleheddin Efendi'nin, onların öyle sallandığını gördüğünden beri, dudakları kıpır kıpır, dua okuyor.

Tamam o kullanmayacak da, diğerleri çok mu kullanabiliyor sanki. Biri bantla 4-5 kanadı yapıştırıp arasına kalem sokmuş. "Yahu n'apıyorsun ? " dedik "açamadım da ışık girsin diye böyle yaptım" diyor. Öteki "kızımın saç lastiğini getirdim ben, onunla topluyorum, kapaması da kolay oluyor" diyor storlardan sarkan pembe ayıcıkları göstererek. Başka biri geldi yanakları kıpkırmızı, elinde bir zincir sallanıyor, sessiz, mahsun duruyor. Latife Hanım ( Örgücü Latife deriz aramızda ) sallanan iplerden rahatsız olmuş onlardan makrame örmüş, bir de minik kaktüs oturtmuş üzerine. "E nasıl açılacak o ?" diyorum "Gerek yok kaktüs ışık istemez." diyor.

Karşı binadan diğer müdür yardımcısı gelmiş geçenlerde, "Memnun musunuz, biz de yaptırmayı düşünüyoruz" dedi. "Ne olur bizdekileri söküp alın, ücret de istemiyoruz" dedim.

Bir de patron çağırdı, "Ya bu giriş katına da panjur yaptırsak, hem güvenlik açısından da iyi olur" dedi. Ben size yazılı vereyim cevabı dedim, masama geldim, güneşten parıl parıl parıldayan bilgisayarın ekranına bakmamaya çalışarak "ya panjur ya ben" yazıp, yazdırıp imzaladım altını, gönderdim. Bilimiyorum artık ne olacak....

REKLAMLAR ve YARATICILIK

Taktım reklamlara ben. Normalde seyrettiğim kanallarda pek az denk gelirim. Ama bu sıralar daha fazla izliyorum. ( Tamam itiraf ediyorum, yazacak malzeme çıksın diye işte...)

Reklam niye yapılır ? Sanıyorum ki yeni bir ürünü tanıtmak ya da var olan bir üründeki yeniliklerden, gelişmelerden, kampanyalardan haber vermek için olmalı. Tabi ki dikkat çekici, akılda kalıcı, ürünü cezbettirici olmalı gibi bir takım vasıfları da olmalıdır sanıyorum. Ama çok ürün var ve sanıyorum fikirler de bir yerden sonra tükeniyor.

Mesela son günlerde dikkatimi çeken bir reklam daha var, siyah beyaz bir çekim, hatta efektle renkler biraz daha çizgi roman ( günah şehri ? ) havasına büründürülmüş. Bir adam eski model bir araba kullanıyor bir yandan da aklında "onu gördüğümden beri vaz geçemiyorum, sadece onu düşünüyorum, onsuz ne yaparım" gibi şeyler geçiriyor. İnsanın aklına ilk olarak bir hatun kişi geliyor ama onun da reklamı olmaz ki yahu. Neyse iki üç kelam sonra ürün ortaya çıkıyor : adamın elinde tuttuğu bir çukulatalı gofret.

Haydaaaa. Yahu adam, yesene gofreti zaten almışsın, ne diye kendine eziyet ediyorsun. İlk 3-4 seyredişimde adam herhalde şeker hastası da, yiyemiyor bunu, sonunda lafı öyle bir şeye bağlayacaklar dedim ama değil. Adam o gofreti yiyecek, kendine eziyet ediyor. Bu reklamın hedef kitlesi ve bu kitle üzerinde bırakmak istediği etki acaba nasıl bir şey, reklamcılardan duymak isterdim.

Reklamın son cümlesi ise daha çarpıcı : "sadece sınırlı sayıda". Klişe kullanalım da tam olsun demişler sanıyorum. Yahu gofret bu kardeşim, "her il için 12 tane" mi ürettiniz sadece. Sınırlı sayı dediğin 100 bin falandır herhalde. Diğerlerini sınırsız mı üretiyorsunuz yani, bilen yok mu adetini, makineler durmaksınız ( ve elemanlar saymaksızın) gofret mi üretiyor da bunu sınırladınız ? Hem bunun sınırından ne olacak. Reklamı duyan, pijama terlik markete koşup sınırlı sayıdaki bu ürün tükenmeden bunu alsınlar diye umdular sanırım.

Yine benzer bir ürün var, metroda giden bir vagon insanın "içindeki ses" ile ilgili. Herkesin içindeki ses söz konusu ürünle ilgili bir şeyler söylüyor. Hayvanseverler de düşünülerek bir köpeğin içindeki ses de dillendirilmiş. Burada bir de o sırada söz konusu ürünü tüketmekte olan - ağzı dolu - bir kızımız var. Bu kızımız da etrafındaki herkesin bu ürünü düşlediğini şıppadanak anlamış ki "içimden bir ses, bunu hemen bitirmem gerektiğini söylüyor" diyor. Lakin nedense bunu ağzı dolu bir insan konuşmuş . İyi de kızım senin içindeki ses yemiyor ki bu mereti, sen yiyorsun, içindeki sesin sesi neden ağzı dolu bir şekilde çıkıyor. Bir de söz konusu seslendirmeyi yapan kıza bir şey yedirseydiniz de daha bir gerçekçi olsaydı bu ağzı dolu ses, çok yapmacık olmuş.

Ben küçükken, karadenizlilere mal edilen ve hamsi kafası ile ilgili bir fıkra vardı. Şöyle ki, bir karadenizli vatandaşımız hamsi yiyip kafaları bir kenara ayırrıyormuş, biri bunu görüp de neden ayırdığını sorunca, bunlar zeka açar o yüzden sonra yiyeceğim demiş. Zeka kapanıklığından mustarip olan bu vatandaş kafaları almak istemiş, karadenizli de 5 milyon demiş( o şimdi 5 YTL) . Adam parayı verip almış ve yerken demiş ki "yahu bu balığın kilosu 2 milyon, sen sadece kafaları bana 5 milyona sattın" karadenizli de "bak şimdiden işe yaradı, akıllandın" demiş.

Bu fıkra size bir başka gofret reklamından tanıdık geliyor mu acaba. Balık yerine araba iten bir delikanlı koyun mesela... Eeee ? 30 yıllık fıkra, 30 yıllık konu, nerde yaratıcılık, nerede özendiricilik. Reklamı her gördüğümde benim canım sadece hamsi istiyor. Acaba diyorum, balıkçılar, "çapraz reklam" gibi bir mantık mı yürüttüler ne yaptılar: " ha gel hele boyle, ne diyeceğum : gofret reklamı yapıp hamsi satışlarını arrturalum diyrum uşşağum, ne diysun ? "

İnsan Manzaraları : Google Sağlığa Zararlı mı ?



Efendiiim, bugünkü konumuz "İnternet tarayıcı programında açılış sayfasını Google yapıp, her dakika birilerine bir şey soran insanlar".
Başlık yeterince açık olmasına rağmen, ben yine de gevezelik hakkımı kullanarak ayrıntılandırmak isterim.
Sanıyorum bir çoğumuz ofis adı verilebilecek ve birden fazla kişinin oturduğu ( çalıştığı) ortamlarda çalışıyoruz. Ve yine sanıyorum ki bu birden fazla kişi birden fazla masada oturuyor ve her masada da oturana ait bir bilgisayar mevcut. Ve utanmadan sanmaya devam ederek hala sanıyorum ki ( bazı kurumlarda patron/yöneticinin paranoyaklığıyla orantılı olarak sınırlanmış olsa da) her bilgisayarın bir de internet bağlantısı bulunuyor.
Sanrılarımın ne kadarı size uyuyor bilmiyorum ama böyle bir ortamın içinde yaşamayanlar da sanıyorum ki ( çok güzel sanırım ben ) söz konusu ofisi hayal edebilmişlerdir.
İşte bu tip ofilserde en az bir kişinin internet gezici programında açılış sayfası mutlaka Google'dır. Eh google kelimesinin ingilizceye resmen girdiğini düşünürsek, bu bence gayet doğru bir davranıştır.
Varsayılan önyargı olarak, bu açılış sayfası Google olanların meraklı, internet konusunda tecrübeli, bir sürü alanda bir sürü şey bilen ve bilmediklerini de merak eden bir tip olduğunu düşünmüşümdür ben hep. Öyle ya hiç gazete okumayan biri neden açılış sayfasını gazete yapsın ki, değil mi...
Eğer başlığa söz konusu olan tiplerden birisiyle aynı odayı paylaşıyorsanız, bu merak ile ilgili kısmın doğru olduğunu kısmen doğrulayabilirsiniz. Zira evet gerçekten her şeye meraklıdır, ama anlamsız ve hatta gereksiz bir biçimde meraklıdır. Ve önünde duran Google'dan "engelli msn'leri kırma" benzeri yapıları günde 8 saat ( mesai o kadar ne yapsın zavallı) aratmayı düşünmekte ama "Hollanda'nın ulusal rengi neydi" "Marvel Comic miydi Martel Comic miydi" "Adana'da deniz var mı" "ee? martel neydi peki ?" "kleopatranın boyu kaç santimdi?" "üveyik kuş mu makam mı" "süpermenin babasını adı neydi yahu" gibi alakasız soruların cevaplarını aratmayı bir türlü akıl edememektedir.
Ama o şahsi görevini ifa "edemeyen" akıl, yönettiği dil sayesinde, oda çalışanlarının gününü içine etmeyi gayet iyi başarmaktadır.
Ben bu gibi sorularlar karşılaştığımda hemen her daim bir köşede hazır olan söz konusu siteye girerek ( Google yazmaktan yoruldum artık yahu ( e burada yazdım ama( neyse))) cevaba ulaşmakta ve bunu söylemekteyim.
Sırf bu site yüzünden ( Google yani) beni "dahi" sana arkadaşlarım var. Hatta bir ara "ayaklı kütüphane" diyorlardı. Ben de "sadece internete bağlı olduğunda çalışır" gibi bir ayrıntıya dikkat çekerek olayı "geleneksel Türk ima sanatları" çerçevesinde irdeleyerek toplumsal bilinç oluşturmaya çalışıyordum. Tahmnin edebileceğiniz üzere başarılı olabilmiş değilim.
Daha sonra olayı "birebir eğitim" olarak değerlendirip, bu şekilde yaklaşmaya başladım insanlara :
- ya Cihangir ( evet benim adım cihangir ) elipsin alanı nasıl bulunur ?
+ Google'da yok mu ?
- var mıdır ki ?
+ baksana bir
- sen bilmiyor musun ?
+ yoo, ne işim olur ki elipsle, alanıyla ?
- e her şeyi bilirsin genelde
+ hayır bilmem. sen sorunca Google'dan bakıyorum ben de
- e buna da baksana o zaman
+ sen neden bakmıyorsun
- ne diye bakmam lazım
+ ne arıyordun
- elipsin alanı
+ "elipsin alanı" yazmayı denesene
- hmmmm
+ hmmm
Şimdi elipsin alanı Google'da var mı diye merak etmiş olanlar için kısa bir ara vereyim mi, yoksa devam mı edeyim :)
aradan 5 dakika geçer
- Cihangir
+ dıt dıt dıt dıt
- hehe, ya ne soracağım
+ Google'da yok mu ?
- ne ?
+ soracağın şey
- e daha sormadan neden öyle dedin ki
+ tamam özür dilerim, buyur sor
- ördek, tavuk falan hani, bunların ayakları perdeli ya, o perdeler parmakların arasındadır diye düşündüm de, peki kaç parmağı var bunların ?
+ Google'da yok mu ?
- sen çok huysuz adam oldun bu günlerde hocam ya, ters ters cevaplar veriyorsun
+ açışıl sayfan neden Google senin ?
- e arama sayfası orası
+ peki neden arama yapmak yerinede her şeyi bana soruyorsun
- sen biliyorsun diye her şeyi
+ hmmmm
2-3 dakika geçer
- cihangir
+ Google'da yok mu ?
- aman ne komik
+ e ben de böyle eğleniyorum işte
- her şey var mı ki Google'da habire oraya yönlendiriyorsun hem sen beni
+ bak bu konuda sana hak veriyorum
- nasıl yani ?
+ son konuşmamızdan sonra, ki zaman çizelgesinde bir kaç dakika öncesine, hikayenin yazıya dökülmüş halinde ise bir paragraf yukarıya denk geliyor bu konuşma, Google'a "oda arkadaşım bu kadar saçma soruyu nereden buluyor" yazdım sonuç çıkmadı
- sen gitgide şu dizideki House'a benzemeye başladın
+ nasıl yani ?
- huysuz ve ukala bir doktor olarak demek istedim
+ ehehe
- hıh ! çok komik !
Ya işte böyle uzar gider bu hikaye. Sakın ola ki küser/bozulur/darılır da bu muhabbetler kesilir sanmayın, zira bitmez. Hatta zamanla "sen şimdi yine Google'a bak dersin ama, yine de sorayım" gibilerinden daha da acayip bir hal alır.
Ama adam da haklı, her derde deva değil bu Google. "Huzur nerede" yazdım, çıkan 220 sonucun hiç birisi de derdime derman olmadı. Oda arkadaşıma mı sorsam acaba...
( bu hikayenin halihazırda aynı odayı paylaştığım çalışma arkadaşlarımla bir ilgisi yoktur :) )

Ambalajlar

Aranızda, şimdiye kadar herhangi bir ambalajı "buradan açınız" yazan yerinden açabilmiş olanınız var mı ? ( Selpak hariç.)

Ben obur bir adam olarak, yiyecek ambalajlarında, 35 yıllık hayatımda bunu hiç başarabilmiş değilim.

Henüz buradan açınız anlamına gelen kırmızı naylon şeritle işaretli bir bisküvi paketini, oradan açamadım. Bir bıçakla pakedin yan tarafında bulunan "üstüste binmiş kat yeri" olarak adlandırılabilecek olan yerden açmak her zaman en kolay yol olmuştur. Üstelik burası 3-4 kattır ve daha sağlam olması gereken yerdir.

Gofret olarak bilinen ve rafta görüldüğü anda bütün hücrelerim tarafından şiddetle tüketilme isteği duyduğu halde market kuralları gereğince kasada ödeme yapıncaya, toplum kuralları gereğince de hiç değilse arabaya bininceye kadar açılmaması gereken o nimetleri, iştahlı ve titreyen ellerle açılması gereken yerden açmaya kalkışmak ise tam bir zulümdür. Öyle ki, paketle ağzınıza atıp bir süre çiğnedikten sonra bile açılmadığı oluyor. ( Ben görmedim, bir arkadaş söyledi)

Ya o "4 dakikada hazır" pudingler, çorbalar. "Paketi açtıktan sonra 4 dakikada hazır" olması lazım onların isimlerinin.

"3'ü bir arada", "5'i göbek bağıyla birbirine bağlı", "2'si yanyana, diğeri altta, bir de üstte", "6'sı çapraz bağla bağlanmış delifişek" gibi "ivedi" çağrışımlar yaratan sloganlarla satılan ürünleri ise evde tek tek imal ederek yapmak, pakedi açmaktan daha kolay.

Hayır efendim, oburluk engel tanımaz, son biskuviyi ağzına attığı için sevgilisini ısıran adam var bu dünyada, zaten eli ayapı titriyo insanın bir an önce içindekine ulaşmak için, böyle eziyet olmaz ki. Mutfakta makas bulundurmak bile artık yetmiyor, ben bir pompalı aldım, önce vurup sonra duvardan yalamak daha kolay oluyor.

Peki ya çıktığını duyar duymaz içinizi büyük bir huzurla kuşatan ve ilk fırsatta neredeyse koşa koşa gidip aldığınız o en sevdiğiniz sanatçının en son albümünün üzerindeki jelatini, sanatçı öteki albümün hazırlıklarını başlamadan işareti yerden açabiliyor musunuz ? Yoksa siz de akıl edip evdeki müzik dolabınıza ( ve cdçalar varsa arabanıza) bir falçata aldınız mı çoktan.

Siz bakmayın "memleketimdem insan manzaraları" ya da "bu tip olaylar ancak Türkiye'de olur" konulu mesajların içinde "cd kutusu açarken karısını kesti", "kaset açayım dedi kendini sünnet etti" gibi haberlerin olmadığına. İnsanlar bu işin normali bu sanıyorlar da o yüzden haber yapmıyorlar.

Benim "sert plastik şeffaf ambalaj teknolojisi" olarak adlandırdığım, genellikle flashbellek, usb kablo, webcam vb. elektrik ürünler ve bir de "içini alana dışı bedava" ( içinden bir şey çıkması) tarzı solganlarla satılan oda kokutucu tıngırtılar için kullanılan, içini tam ve net olarak gösteren ama içindekine ulaşılmasını acayip zor kılan teknoloji konusunda nasılız peki. Bahçe makasından hallice bir makas edindiniz mi bunlar için de ?

Almadıysanız hemen alın, zira daha hesaplı. Üşenmedim hesapladım, 7 tane paket açarken elinizde oluşan kesikler için alacağınız yarabandı fiyatı ile büyük bir makas aynı fiyata geliyor, daha da acısız. Kullanmadığınız zamanlarda bahçedeki çimleri de biçebiliyorsunuz.

Hayır bir de bu gibi ürünlerde, iade için ürünün ambalajının da olduğu gibi getirilmesi isteniyor.

Bir de büyük ölçekli elektronik aletler var. Milyonlarca lira (binlerce yenilira) para sayıp aldığınız bilgisayar, televizyon, müzikseti ( o da kalmadı ya artık, ev sinema sistemili olduk hepimiz) gibi aletler.

Benim gibi bu konuda (da) deliyseniz, zaten bir gece öncesinden uykunuz kaçmış, teslimat yapılacağı gün ilk olma isteğinizi bayiye 14 defa bildirmiş, o gün işten izin almış, aletleri koyacağınız yeri ve kabloların güzergahlarını defalarca ölçmüş biçmiş, alternatif rotalar/düzenekler düşünmüş, dış kapının zili mi çalışmıyor acaba diye bir kaç defa bunu kontrol etmiş, zil çaldığında zaten çoktan kapıyı açmış, adamlar gidergitmez de kutuların başına koşmuş ( evet, ev biraz büyük) bü cümleyi okumaktan çoktan yorulmuş olursunuz.

Sonra heyecanla, kutunun üzerindeki dev zımbaları bir çırpıda yerinden söküp, kutuyu her iki doğrultuda sıkıca sarak plastik şeritleri, yılların verdiği alışkanlıkla koparmaya çalışmadan, daha önceden hazırladığınız makasla kesip kapakları açarsınız.

Adının strofor olması muhtemel, halk arasında köpük denen nesneyle kutunun içine neredeyse sabitlenmiş esas aletleri, kutuyu ters çevirmeden çıkarmaya çalışmanızın hiç bir anlamı yoktur. Ya da makasın yanında duran falçatayla kutuyu dik köşelerinden bir çırpıda kesebilirsiniz. Evet, bu da tecrübe ürünü bir yaklaşım.

İşte tam bu aşamada, bir önceki büyük ölçekli elektronik alet almazından bu yana geçen zaman içerisinde yeni geliştirilmiş bir düzenek karşınıza çıkar. Köpüğü neresinden çekerseniz çekin bir türlü açılmaz. Aletin metal dokusu köpüğün arasında size pırıl pırıl göz kırpar ama bir türlü o köpüğü arada çekemezsiniz. E adrenalin denen o hain içeriden dürtüyor, sakin olmak da mümkün değil. İşte bu aşama elektronik aletinizin kasasında ilk çiziğe neden olan aşamadır. Ben bu durumlar için makas ve falçatanın yanında bir çift rambo bıçağı bulunduruyorum. Her iki ele bir tanesini alıp direk kutuya dalıyorsunuz.

Salonunuz bir köpük havuzu haline gelip de, gözünüze kaçan köpükleri de çıkarttıktan sonra yeni oyuncağınızı kurmak için büyük bir hevesle sert bir adım atıp, yerdeki köpükler yüzünden kayarak yine yerdeki köpüklerin üzerine düşüp, kalan mesafeyi yüzerek kat ederek aletinize ulaşarak üzerine tırmandığınızda aradaki son naylon katmanı aşmak sizin için bir çocuk oyuncağı artık.

Açması 40, kurması 7 dakika süren yeni elektronik oyuncağınızın karşısında çayınızın ilk yudumlarını alır ve tuşlarına basarken bacağınızdaki morluk, elinizdeki kesikler, kulağınıza ve dişinizin arasına kaçmış strofor parçaları sizin bu başarınızın ve keyfinizin birer madalyası olacaktır.


Bir süre sonra, bir pakedi, daha rafta gördüğünüzde, bunu açılması için ne gibi bir yöntem kullanmanız gerektiği aklınızda kendiliğinden canlanacak, paket elinizde ya da arabanızda bagajınıza giderken evde kuracağınız düzenek ve muhtaç olduğunuz alet edevatın projesi kendiliğinden gözünüzün önüne gelecektir.

Hayattaki tek amacım, bütün bu ambalajları yapan insanların büyük bir arzuyla satın aldıkları ürünlerden bir tanesinin ambalajlanması işini almak. Bu kadar tecrübeden sonra NASA'dan ekip gelmeden açabilecek olanın alnını karışlrım.

Sevgiyle kalın....

Atatürk'e daha çok ihtiyacımız var...

Bu yazının başlığı Atatürk'ü daha çok özlüyoruz da olabilirdi aslında.

Nereden mi çıktı bu fikir. Fikir değil aslında ölçülebilir bir gerçek
Google' ın trends diye bir özelliği var. BU adrese giderek "trendini" öğrenmek istediğiniz kelimeyi yazıyor ve tıklıyorsunuz. Google da size bu kelime gectiğimiz yıllarda ne kdar aranmış, hangi dönemlerde pik yapmış bunları gösteryor. Sitenin adresi www.google.com/trends


İşte bu adrese gidip de "Atatürk" yazdığınızda şu grafikle karşılaşıyorsunuz:


2004 ve 2005 yıllarındane kadar sakin ve sıradan bir seyri var grafiğin. Sadece 4. çeyreğin ortalarında, ki malumunuz bu 10 Kasım tarihine denk geliyor, bir çıkış yapmış.

Ama 2006 yılına baktığımızda Mart ayında sonra bir yükselme görülüyor. Danıştaya yapılan saldırı diyecektim ama o Mayıs ayındaydı. sanki o saldırıdan daha önceki zamanda bri hakeretlenme olmuş.

Ama 200'nın son çeyreğinde bir yükselme başlamış ve taminen yine 10 kasımda gelmiş geçmiş en yüksek değere ulaşmış. Son durumu bu değerden daha aşağılarda olmasına rağmen yine de geçen 2 yıla rağmen çok ama çok yüksek.

"Ataturk", "Mustafa Kemal" , "Mustafa Kemal Ataturk" ve benzeri alternatifleri de arattığınızda biraz daha farklı grafikler ortaya çıkmakla birlikte, benim gözümde hepsinin ortak noktasını yansıtan bu grafiktir. ( "Atatürk" kelimesini aratınca)

Benim bu grafikten çıkardığım sonuç budur, sizlerinkini bilmem artık...

25 Eylül 2006

doktor olmanın dayanılmaz ağırlığı

bir kaç gün önce, ankara'nın trafik keşmekeşinin tam içinde eve doğru gitmekteyim. her zaman geçtiğim yollardan, hiç bir zaman geçmediğim kadar yavaş, kalabalık ve sıkıntılı bir biçimde duruyorum. gidiyorum demeyi çok isterdim ama söz konusu hareket nesnesi araba olunca, mevcut süratin gitmek olarak değerlendirilmesi söz konusu değil. eve bayağı yaklaşmışken, her trafik tıkandığında şuradan kaçsam da ileriden rahat bir çıkış vardır muhtemelen diye düşündüğüm yol ayrımlarının birisinde yine durduk. bu sefer kaçayım dedim. bulunduğum yerden doğru gidecekken hemen sağa döneceğim, ileriden sola döndüm mü tıkanıklığın ilerisinden eve çıkacağım. zekiyim ya !!!

aynen sağa saptım, ilerideki çataldan sola döneceğim ki girilmez yol ! mecburen sağdan devam ettim, ıssız bir sokak arasından gidiyorum. ileride bir yol görünüyor, orada sola döndüm mü daha da ileriden aşacağım tıkanıklığı. enayiler orada tıkansınlar bakalım.. çok zekiyim ben... yol ayrımında geldim ama sapacağım yol daracık. yahu burası tek yön olmasın dedim ama levha yok. ayrıca yolun kenarında her iki yöne de bakarak park etmiş arabalar mevcut, demek iki yönlü dedim, döndüm sola doğru. ama o anda da anladım ki burası tek yön ve ben tersten girdim.

karşıdan arabalar geliyor, hemen yanaştım sağdaki bir aralığa, onlar geçsin de ben de bir türlü çıkacağım artık diye. bir baktım en ondeki araba bana doğru yaklaşırken bir yandan da camı açıyor. "ters yön kardeşim" diyecek. ben de hemen yüzümü ekşittim "valla fark etmedim kusura bakmayın" falan demeyi düşünüyorum. ama amcam güler yüzle arabanın ön camındaki tıp amblemini gösterip "doktor işareti değil mi o" dedi. toparlayamadım birden "evet" dedim. "peki teşekkür ederim" dedi gitti. "doktor adamsın neden ters yöne giriyorsun" demeye geitriyor. "hiç sana yakışıyor mu" gizli anlamını da saklı tutarak.

işte o an karar verdim bu yazıyı yazmaya.

biz doktorların kaderinde hep bu vardır. ne zaman toplum tarafından ayıp ya da beğenilmeyen bir davranış sergilesek ya da laf etsek hemen "doktor adama yakışıyor mu" derler. "sen doktorsun hiç oldu mu bu şimdi" derler. "bir de doktor olacak" derler.

ben bu lafı eden insanlar da dahil, bütün insanların anatomosini, fizyolojisini, patolojisini ve daha birsürü lojisin okumama rağmen bu lafın nasıl bir metabolik faaliyet neticesinde üretilebildiğini anlayabilmiş değilim. tıbbın çaresiz kaldığı bir alan olsa gerek. tıp fakültesine girenlerin toplumdan ayrı, özel seralardaki saksılarda mı yetiştiklerini sanıyorlar, tıp fakültelerinde bir terbiye, ahlak ya da başka bir şey dersi verdiklerini mi sanıyorlar ya da doktor olmak için üniversite sınavında yeterli puanı tutturmak dışında başka meziyetler gerektiğini mi sanıyorlar anlayamadım gitti.

hayır okulların adı da ".... tıp fakültesi" diye geçiyor. "doktor evcilleştirme ve insani meziyyetler kazandırma yuvası" falan gibi özgün bir isimleri de yok ki.


şimdi ben de toplumda büyük bir hayal kırıklığı yaratma tehlikesini tek başıma sırtlanıyor ve gerçekleri açıklıyorum :

1987 yılında öys'den 472 puanın birazcık altı ve daha üzerinde puan alabilen herkes tıp fakültesine girmeye hak kazanmıştır. fakülteye girmek için de 2 yıllık yüksek okullardan tutun da diğer bütün fakültelre girmek için gerekli olan 2-3 evraktan başka hiç bir talep ya da ek testten geçirilmeden kayıtlarını yaptırmışlardır. okulu bitirmek için gerekli sınavları vermek ve bu sınavları verirken de gerekli ortalamayı tutturabilmek dışında hiç bir ek yükümlülüğümüz yoktu.

hiç bir hocamızın sınıfa ansızın dalıp da ortalık yerde "eşşek " diye bağırarak, yüzü kızarmayanları olkuldan atmışlığı yoktur. zaten 15 kişinin birden üroloji polikliniğinde muayene yaptığı bir ortamda genellikle yüzü kızaranlar dışlanırdı hep.

( hatta asıl korkmanız gereken olayı da parantez içinde yazayım ( ben çok severim bu parantez içlerini (vallahi bak)) benim dönemimin geçmesi için gerekli ortalama 50 idi. benden sonraki dönemde bu ortalama 60' a yükseltildi. yani, tüm konualrın %50'sini bilmemiz doktor olmamız için yeterlidir. benden sonrakilerin ise %60.. )

neyse...

okulu bitirdikten sorna da gerek mezuniyet belgesi , gerek diploma ve gerekse iş başvuruları sırasında da bir avukat, bir mühendis, bir işletmeci, bir peyzaj mimarı, bir edebiyat fakültesi mezunundan daha farklı bir test, belge ya da taleple karşılaşmıyoruz.

yani bizler sıradan insanlarız. aynı sizin gibi bizler de küfredebiliyor, acıkabiliyor, ters yola sapabiliyor, kırmızı ışıkta geçebiliyor, cinayet işleyebiliyor, sahtekarlık, dolandırıcılık yapabiliyoruz. bizim de aklımız bunlara eriyor, fiili olarak bunları yapma kudretimiz var. biz doktorlar da bir torpille bir yere yükselebiliyorlar, ya da bir salağın sözüyle en olmadık yerlere sürülebiliyoruz. ( siyasi öğeler katınca daha çekici oluyor yazılar diye okumuştum, o yüzden arada böyle laflar ediyorum.( unutmayayım da bir dahaki parantezde slogan atayım bari))

ayrıca bizler de acıkır, tuvaletimizi yapar ( yaaa bunu hiç düşünmemiştiniz değil mi, hatta ben bir yerde okudum bazı terbiyesiz meslektaşlarım - çok afedersinz- gaz bile çıkarıyorlarmış. diplomalarını ellerinden almak lazım onların. doktor adam, yani.. hiç öyle.. töbe töbe.... ), dans eder, sinemaya gideriz. sinemaya giderken bizler de bilet alırız. bizim biletimizin üzerinde de sizinki gibi F4-F6 yazar. "doktor - beğendiğin yere otur" diye bir şey yazmaz.

bize de elmanın kilosu, tavuğun adedi, hıyarın torbası size satıldığı fiyata satılır. bizim yumurtaların sarısı da sadece sizinki kadar sarıdır.

bizler de birlikte olduğumuz kişiyi aldatabilir, birlikte olduğumuz kişi tarafından aldatılabilir, hatta bu işi başka bir doktor ile de yapabiliriiz. ayrıca bizim birlikte olduğumuz kişiyi aldattığımız kişinin birlikte olduğu kişi de onu aldatıyor olabilir. ve bu zincirde herkes doktor olabilir. zira doktorlar da sevişir.

o yüzden "vay doktora bak bunu da yapıyor" diye bir düşünceniz varsa bunu artık kendinize saklayınız. zekanızı bu şekilde gözönüne sermenizin kimseye bir faydası yok. özellikle de size.

ayrıca bizim bu noktada "diğerlerinden "ufak bir farkımız var. başkaları derse belki hakaret sayılır ama bizim size "gerizekalı" dememiz, teşhis niteliğinde olabilir. ;)

olaya bir de tersten yaklaşıldığında asıl isyan etmesi gereken binlerce doktor adına ben değil de ( 60 milyon bizi dinliyor, gülmeyiniz lütfen) diğer meslek grupları olması lazım. "ne yani biz her haltı yapabiliriz, bu bize yakışır da doktorlara mı yakışmaz ulan" diye feryat etmeleri lazım. tabi tabi "ulan" diyebilirler onlar, doktor değiller ya. terbiyesizler işte. fizyolojik görgü kuralları, anatomik olarak ahlaklı konuşma, kibarlığın farmakokinetiği, gastrointestinal sitemin toplum içinde kokusuz kullanımı gibi dersleri almamışlar ki.... biz aldık hepsini... ( kendime not : "fesüphanallah" nasıl yazılıyormuş öğren, bir dahaki yazıda kullanırsın)

en başta bahsettiğim olayda zaten haksız olduğum için terbiyesizlik etmedim ama adama "araba doktora ait ama ben manavım" deseydim mesela, adam ne yapcaktı. "ha o zaman tamam manav kardeşim ben doktor sandım da kızdım, buyrun ben geri geri gideyim siz geçin" mi diyecekti. ( çok rica ediyorum manavlık mesleğiyle iştigal eden arkadaşlar, türkiye mavanlar derneği camiası, hal çalışanları sendikası gibi birim ve bireyler gereksiz alınganlık yapmasınlar bu örnek için olur mu ? )

tamam adam ters yönde geliyor, aç camı "ters yöndesin birader" de, adam "sana ne lan yürü git işine hade" derse çağır, birlikte dövelim. yok adam "bilmiyordum, görmedim afedersiniz" derse "canın sağolsun kardeşim de" devam et. ne diye daha kafadan, kendini gerizekalı durumuna düşürürsün hiç anlamıyorum.

"ters yöne girmiş hıyar, şimdi de ukalalık ediyor" diye düşünen okurlarım için ( iyice havaya girdim ben ( parantez parantezdir) ) bir örnek daha vermek isterim : moderatörü olduğum bir grupta, daha önce 250 defa gönderilmiş ve her türden zeka sahibi algılyabilsin diye muhtelif defalar 3-4 kez yayımlanmış bir karikatürü, 251. defa gönderildiğinde yayımlamadığım için " doktor adamsın böyle sansür uygulamak sana yakışıyor mu" diye fırça atan bir üyeyle karşılaşmış bir adamım. iki penguen çölde duruyor yahu nesine sansür uygulayacağım... ( fesüühhpp hphp.. ee bu kelimeyi kesin öğrenmek lazım.. )

ayrıca daha hala beni ukalalık yapıyorsun diye suçlayacak olanlara hatırlatmak isterim : ben doktorum, doktor adam ukalalık yapmaz...




not : bu yazıya böyle göğsümü gere gere "yanlış yola girdim" diye başlamamın nedeni aydınlık ve telaşsız bir havada aynı "yanlış" yoldan tekrar geçtiğimde girilmez ya da dönülmez gibi bir uyarı levhası olmadığını görmüş olmamdır. tabi bu sefer yolun en sonundan sola değil de sağa döndüm. zira mercedesli bir bey amcadan eğitim almıştım. :)

07 Eylül 2006

kandil mesajları ( bayram, tebrik vb.).

bugünün kandil olduğunu bilmem, kutlu ya da mübarek olması için yeterlidir. hatta ben bunu bilmesem bile gün açısından hiçbir şey değişmez. hazır bunu biliyorken gelenekler gereğince aile ve çevre büyüklerininkini de kutlamak doğru bir davranıştır. birkaç sevdiğim arkadaşımla da tebrikleşebilirim. keza iş nedeniyle yine muhtelif tebrikler olabilir.

içinde bulunduğumuz devir dolayısıyla olduğunu sanıyorum, kalabalık iş yerlerinde kapı kapı dolaşıp tanıdık tanımadık herkesle kandilleşen kimseler de var. grup halinde odaya girip herkesle kandilleşip gidiyorlar. bu da yeni ya da farklı bir yaklaşım olsa gerek.

lakin şimdiye kadar sokakta avaz avaz herkese iyi kandiller dileyen, camı açıp kandiliniz mübarek olsun diye bağıran, elinde 200 adet karanfil ve üzerine iliştirilmiş "kandilinizi tebrik ederim" yazılarıyla sokakta dolaşıp bunları her bulduğu posta kutularına atan kimseyi görmedim.

ama üye olduğu bütün gruplara, bir kelebeğin kanatlarının üzerine yazılmış tebrik mesajını gönderen onlarca insan var. üyesi olduğum ve an itibarıyla moderatörüyle " her mesajın altında 'kutlama mesajları yayımlanmaz' yazdığı halde neden bilmem kaçıncı kandil mesajını alıyorum ben" diye tartıştığım, her mesajı yayımlayan gruplar da var.

"tartıştığım" diyorum, zira adama böyle sordum o bana "beğenmiyorsan git, seni burada
zorla tutan yok, işiniz gücünüz eleştiri" gibilerinden bir cevap verdi. ama soruma cevap vermedi. üstelik "nerde yazıyor öyle bir şey" dedi. evet moderatör bana bunu dedi.

şimdi "ahan da burada yazıyor" diye gösterdim. sanırım cevap vermeyecek. zira ilk mesaja gelen saldırgan cevap süresini çoktan aşmış olduğu halde henüz tık yok. sanırım "hık" diyebildi sadece.

neyse, konudan uzaklaşmayayım…

dini konularda ahkam kesebilecek bilgiye sahip değilim. o yüzden bu internetteki üyesi olunan bütün gruplara mesaj göndermek suretiyle kandil kutlamanın sevabı, gunahı ve diğer yorumları konusunda bir şey söyleyemeyeceğim.

lakin şunu söylemek isterim: canımgrubum 'da an itibarıyla (öğlen 13:00 suları) yayımlanan kandil mesajı sayısı 1(bir). ( %100 yanılıyorsam 2(iki)) moderatörlerden duyduğuma göre gönderilen toplam kandil mesajı sayısı da 582. yazıyla yazarsak beşyüzsekseniki oluyor.

hangi grup üyesi posta kutusunda 582 adet kandil mesajı görmek ister. ki bu akşama kadar 1000 (bin - bu daha kolay yazılıyormuş - ) olur sanıyorum. hatta kandil mesajı atan üyelerden kac tanesi 581 adet mesaj daha gormek ister. ( ki bu akşama kadar 999 u bulur gibi bir saplantılı yaklaşım sergilemek istemiyorum ) (yazıyla dokuzyüzdoksandokuz oluyor. zor iş bu...)

tıklanan nesne fare, tıklayan nesne parmak. ama bunlar vücudumuza bağlı ve o da beynimiz tarafından yönetiliyor. da bazen anlayamıyorum bu nasıl yönetim :)

bu yazının ana fikrini kendi kendime "kaş yaparken göz çıkartmak" olarak düşündüm. İyi dilekte bulunurken mesaj terörü yaratmak.

Ve sıradaki sözü de atalarımız "Yahu benim gönderdiğim 1 tane mesaj, bundan ne olacak" diyenler için söylüyor : "damlaya damlaya göl olur"

gün mübarek gün, o yüzden fazla uzatmıyorum ve dallandırmıyorum örneklerle yorumları. bu yazılık "yazarken düşündürüp, düşündürürken güldüren, güldürürken zayıflatan, zayıflatırken uzatan ve uzadıkça bayan" bir yazı olsun artık..

tamam sustum..
:)

16 Ağustos 2006

toplumsal mesaj vermenin zorluğu

toplum denen kısım, sizin sesinizin ve sözünüzün ulaştığı insanlardan oluşuyor. sizin için toplum o. ne kadar meşhur olursanız olun ( ben hiç meşhurum mesela) yine de bu değişmiyor, sadece sayı değişiyor.

sayı arttıkça da fikirleriniz üzerine yapılan yorumlar çeşitleniyor, dallanıyor ve hatta yapraklanıyor, çiçekleniyor. ve fakat ne yazık ki bu çiçeklerden çok azı meyveleniyor.

sanıyorum sıklıkla fikire değil, fikir sahibine bakılıyor. burada da ilk ayrım "bizdendir" ya da "bizden değildir" oluyor.

ve yine ne yazık ki, "bizdendir" sınıfına girerseniz gözü kapalı her söylediğinizi kabul edecek, "bizden değildir" sınıfına girerseniz gözü kapalı bir şekilde size karşı gelecek kişiler, fikrinizi düşünüp değerlendireceklerden daha çok.

sonra, fikrinizi dile getirdiğiniz şekil önem kazanıyor. sert mi söylemiş, argo mu kullanmış, konuşurken kekelemiş mi, yazılıysa dil düzgün kullanılmış mı, kelime seçimi nasıl, eski kelimeleri kullanmış mı, a harfinde şapka var mı, aaa! kravat takmamış mı bu ne ayıp, ceket çoraplarına uymuş mu, benim sevmediğim renk mi ağırlıkta ne bu kıyafette, uzun saçlı yahu bu zirzop, helal bileğinde dövme olan adam doğru söyler... gibi fikrinizden uzak bir sürü özellikle değerlendiriliyorsunuz. bunların sonunda elde edilen yekün "bizdendir" sınıfındaysanız + ; "bizden değildir" sınıfındaysanız - olarak sizin hanenize yazılıyor.

sonra fikrinizin ne üzerine olduğu konusu değerlendiriliyor. burada da keskin bir ayrım var : toplumun dahil olduğu kesim - olmadığı kesim. kaldırım taşları üzerine bir şey söylediyseniz avukat, doktor, bankacı, gemi mühendisi, faytoncu, taksici, bebek bakıcısı, fındık üreticisi gibi kişiler hemen bunu + puan olarak hanenize yazıyorlar. ama taş ustaları, kaldırım ameleleri, parke taşçıları odası ve benzeri kişi ve kuruluşlardan koskoca bir - puan daha aldınız. ne dediğinizin henüz önemi yok, onara ilşkin laf etmişsiniz işte...

bundan sonra sıra geldi toplumun fikriniz konusundaki bilgisine. burada temelde bilenler ve bilmeyenler olarak iki grup olsa da, bilmediği halde sizin sözlerinizi destekleyenler ve karşı çıkanlar gibi bir alt grup var ki asıl belirleyici olanlar onlar. burada da değerlendirme sizin toplumun o kesiminden şimdiye kadar aldığınız artistik puanınızın 2 ile çarpımı şeklinde oluyor.

konuyu bilenler ise bu bölümde değişik bir hesaplama yapıyor. siz doğru söylemişseniz sizin takımın bilenleri + puan veriyor ama karşı takımın bilenleri daha az - puan veriyor. eğer ki yanlış söylemişseniz, sizin takımın bilenleri yanlışınızın içindeki doğruları destekleyerek size daha fazla + puan veriyor. karşı takım ise maksimum - puanla bu aşamayı değerlendiriyor.

bir sonraki aşama ise toplumun önemli olarak değerlendirdiği kişilerin ( ki bunları sakın küçümsemeyin. bu kişiler yıllar içinde burada sayılı aşamalardan defalarca geçerek kendilerine bir yer edinmişlerdir) sizin hakkınızdaki düşüncesi. burada eğer toplumun önemli saydığı kişiler sizin hakkınızda olumlu düşünüyorsa + puanınız artıyor ya da düşüyor; - puanınız ise düşüyor ya da daha da düşüyor.

bütün bu süreç içerisinde bir çok kişi sonucu beklemeden size karşı belli bir tepki veriyor. bu tepki genellikle olumsuz yönde oluyor. zira "bravo" demek için kullanılan organın neteliklisi, "yuh" demek için gerekli olan organlardan daha az bulunuyor.

bu süreç ve aldığınız tepkiler sonunda siz hala ayakta durabiliyorsanız, nadiren de olsa birileri çıkıp fikrinizi inceliyor. belki o zaman sizin bilmediğinzi bir yerde sözlerinizi "anlamış" bir kişi olabiliyor.

işte o kişiyi bulabilirseniz, sorun bakalım size katılıyor muymuş katılmıyor muymuş...

"minimum tecavüz"


duymadıysanız duyun diye, bir kaç gündür duyduğum bu başlığı alıp burada da aynen kullandım. evet konumuz "minimum tecavüz"

duymayan kaldıysa diye olayı da açıklayayım : ankara kültür ve tabiat varlıklarını koruma kurulu, ankara'nın şirin mekanlarından birisi olan kuğulu park'ın bir bölümünün yol yapılma çalışmasın çerçevesinde kullanılmasına karar vermiş. bu olayı, basın tecavüz olarak değerlendirmiş ve miktarın belirsizliği konusunda da hayrete düşmüş, sonuçta bu başlık çıkmış ortaya.

ne kadar bölümünün kullanılmasına karar vermiş, bu konuda bir açıklama yok. buna belediye başkanı ile şantiye şefi arasındaki birileri karar verecek. belki de dozer operatörü..

mesela bana göre minimum, 3 tane parke taşından ibaret. babama sordum % 15 dedi. bizim bakkal "yok indirim falan alıyorsan böyle al" dedi. mahalledeki nesbiye hanım teyze "ununu bol koyacaksın ki dadı da güzel olsun" didi. ehm, yani dedi. akşam çöpleri karıştırıp kartonları toplayan aileye sordum "odununu bize versinler 2 saate tek dal bırakmayız o parkta" dedi.

e hadi bakalım şimdi. nasıl bilebiliriz onlar ne diyecek !

bari 3-5 tane farklı proje yapıp onları oylasaydınız, kazananı da halka açıklasaydınız, belki daha olumlu karşılanır belki bir grup tarafından da destek görürdü. ama minimum ne demek yahu. hadi bana da izin verin, ben de venedik tacirliğine soyunup sırtınızdan minimum miktarda et alayım . yahu nesinden korkacaksınız ki, minimum dedim.

tabi kuğulu park'ın adı belediyenin bir yazısında geçince hemen harekete geçen sivil toplum örgütleri hemen ayaklanarak parkı istila ettiler ve "koruma altına" aldırlar. çankaya belediyesi de bu örgütlere destek verdi. zaten söz konusu kurulda da çankaya belediyesinden olan üye "hayır" oyu vermişti.

ankara'lı değilim. 8 yıldır burada yaşıyorum sadece. ama görüyorum ki 2-3 sende bir mutlaka bu kuğulu parkın bir tarafının bir şey yapılmasıyla ilgili bir proje mutlaka gündeme gelir. birilerinin kuğuyla mı bir sorunu var, küçükken ördek mi gagaladı, yüzmeyi mi bilmiyor nedir anlayamadım.

tamam kuğulu parkı kaldırırsanız yol çok genişler, hatta belki bir yonca kavşak bile yapabilirsiniz. lakin kuğulu parkın hem şeklen hem de manen bu şehre kattığı şeyler, benim gibi sonradan buraya gelmiş birisi için bile saymakla bitmez. hele ki çocukluğunda anneannesinin elinden tutarak o parka gelmiş, şimdiki eşiyle orada vakti zamanında gizlice buluşmuş ve ne bileyim, aklıma gelmeyen daha sayısız anının sahipleri için çok daha fazla anlam ifade eder. hani Atatürk bulvarını trafiğe kapatsanız bu kadar tepki almazsınız ama kuğulu park olmaz.

sanırım bu bir inatlaşma oldu artık. birileri illa ki o parka bir çivi çakacaklar, bir ağacı kesecekler, gölün suyunu boşaltacaklar iki tane kuğuyu hakkari'ye sürecekler de rahat edecekler. ya da o günleri görmeden çekip gidecekler :)

15 Ağustos 2006

teknolojinizi nasıl alırsınız ?

teknoloji artık giderek "kişiselleşiyor".

girdiğiniz bir sitede eğer bir şekilde kayıt yapmışsanız karşılaştığınız reklamlar sizin ilgi alanlarınız çerçevesinde seçiliyor artık. ya da kayıtsızsanız bile, reklamlar siteyle, bulunduğunuz ülkeyle, o anda incelediğiniz sayfayla iligli konularda geliyor.

bilgisayar ürünleri sitesini gezerken bilgisayarla, mobilya sitesini gezerken mobilya ya da ev eşyasıyla ilgili reklamlarla karşılaşıyorsunuz.

bazı özel kanallarda, deneme bağlamında da olsa televizyon reklamları abonenin özelliklerine göre seçilmeye başlandı.

ileri teknoloji, prototip olarak olsa bile, yerleştirilen alıcılarla odadaki kişinin özelliklerini algılayıp onların cinsiyetine ve yaşına göre reklamlar ya da programlar seçme şansı tanıyabiliyor.

hatta üye olduğunuz bazı dergilerin editörü doğrudan size hitab ediyor. dergiyi açıyorsunuz gülümseyen bir yüzle editör söze şöyle başlıyor "sayın sema zem,". insanın tüyleri diken diken oluyor, dönüp şöyle bir arkasına bakıyor burada mı bu adam diye.

teknoloji dünyasındaki bütün bu keyifli gelişmelere rağmen benim 1 ay önce oturma odası grubu aldığım firma fatura bahanesiyle ele geçirdiği ev adresime ve cep telefonuma neden "yeni oturma odaları" ile ilgili mesajlar gönderiyor ? amaçları bana "hah hah salak herif . sen aldın ama bak daha güzelleri geldi. üstelik daha ucuz. enayii enayii" demek mi ? yoksa oturma odası satıcıları oturma odasını her her ay değiştirilebilir bir şey mi sanıyorlar ?

4 yıldır abone olduğum derginin içinden "denemeden karar vermeyin" sloganıyla çıkan "hijyenik kadın bağı" nı nasıl denememi bekliyorlar. teknolojileri çok ileri de hanımın muayyen gününde olduğunu mu bildiler diyeceğim, hanım yok . arayıp da "e bana bunu denemek için birini göndersenize" desem bir sonraki sayıda "üyelerimiz arasında sapıklar var" diye beni rezil ederler. sırf onlar mahçup olmasınlar diye deneyeceğim ama, acayip rahatsız bir şey. bir de geri bildirim formu yapmışlar "lütfen doldurun" diyorlar.

"dış görünüş olarak, gittiğim mekanlarda ilgiyi üzerime çekmek adına faydalı olduysa da; kişisel kullanım açısından çok rahatsız edici buldum" diye doldurup gönderdim ben de. ne yapayım.

cep telefonlarına gelen reklam-haber-duruyu-promosyon mesajları

önce hemen söylemek istiyorum "topunuzun allah cezasını versin"

"bela" diyeceğim de, annem bela okuma der hep o yüzden diyemiyorum. ama dilerim cep telefonunuzu mesaj yüzünden kullanamaz olursunuz, en acil zamanda onlarca mesaj gelir de işinizden gücünüzden olursunuz, habersiz kalırsınız, uçağı, treni kaçırırsınız da dımdızlak ortalıkta kalırsınız ; karınızla metresinize gönderdiğiniz mesajlar yanlış gider, evinizden barkınızdan olursunuz, çoluğa çocuğa rezil olursunuz; en gizli mesajlarınız promosyon mesajı olarak dağıtılır da işinizden gücünüzden olur karnınız aç kıçınız açık kalırsınız inşaallah.

benim günlük ortalamam 3. bildiğim ya da bilmediğim ya da bilip de adam sandığım bir sürü yerden günde ortalama 3 mesaj alıyorum. genellikle adam gibi saatlere denk gelmekle birlikte haftada en az bir defa da, mutlaka hıyar gibi bir saatte bir mesaj geliyor. ya uykudan fırlıyorum, ya hayırdır diyip korka korka telefona bakıyorum. e gecenin 3'ünde hangi normal zeka sahibi bir firma "temizlik ürünlerinde % 3 indirim" diye mesaj gönderir ki. gaza gelip de o saatte parke mi cilalayacağım yani...

genellikle tamamına yakınını mutlaka mesaj engelleme özelliğiyle engelliyorum ama illa ki bir defa almış oluyorum tabi bu salak mesajları.

bir de isteyerek mesaj almak için başvurduğum yerlerden gelen istemediğim mesajlar yığını var. mesela bazı bankalar bir güvenlik aşaması olarak böyle bir hizmet veriyorlar. hesabınızdan internet üzerinden yapılan bir işlemi size hemen bildiriyorlar ki bir sakatlık varsa anında haberiniz olsun.

( burada geniş bir parantez açmak isterim. adam benim hesabımdan hırsızlık babından bir işlem yapacak olsa, önce benim haberim olmasın diye o telefon numarasını da değiştirmez mi acaba. hesabıma girecek kadar zeki, bankadaki paramı kendisinin bulunamayacağı ama parayı alabileceği bir hesaba aktarak kadar cin bir hırsız bu detayı atlar mı sizce ? )

e iyi güzel, ama tabi bu şekilde bir türlü numarayı bankaya kaptırmış oluyorsunuz. sonra "acaba bu gece benimle buluşma ihtimalin var mı ? belki güzel bir yemek, belki biraz dans?" diye hayallerinizdeki kıza attığınız mesaja cevap beklerken bir de bakıyorsunuz "büyükbaş hayvancılıkla uğraşanlara 6 ay geri ödemesiz %1.0000001 faizle 244 ay kefilsiz kredi, hemen arayın akşama inekleriniz evinizde..." diye bir mesaj. akşam bankacak oturmaya gelecekler herhalde diye düşünüyor tabi insan ilk önce.

sorna bir de benim "kurumlararası ortak telefon veri tabanı" olarak adlandırdığım bir komplo teorim var. yani siz x firmaya güvenip telefonu veriyorsunuz ama bu hayvanlar bunu y ve z firmalarıyla da paylaşıyorlar. üstelik y firması da ( e o da hayvan tabi) telefon numaralarını t,v,c firmalarıyla paylaşıyor. z firması ise sadece p firmasıyla paylaşıyor. ( az hayvan onlar) lakin p firması (hayvanoğluhayvan) q,w,m,g ve d firmalarıyla bunu paylaşıyor.

ve işin kötüsü bu firmaların sayısı alfabeyle ve hayvanlar alemiyle sınırlı değil. ve işin kötüsü " egzantrik dişlilerde yağ tortusuna son. plexiropsotik megzatinom artık türkiye'de. bizi arayın" tarzı bir mesajla ilgili özgün bir küfür de üretemiyorsunuz. en klasik yaklaşımla "egzantrik dişlinize bir plexiropsotik megzatinomunuza iki " diyeceksiniz ama onunda ne olduğu belli değil, insan korkuyor.

yurt dışında bulunanlar için durum daha da vahim. zira orada size gelen bu salak mesajların yurtiçi ücreti dışında kalan kısmını da siz ödüyorsunuz. genellikle hep yurt dışında olan bir arkadaşım anlatıyor : " bir mesaj geliyor 'filancamarkette tavuk bugün sadce 2.34 YTL' diye mesaj geliyor. ulan marketin yerini bilmem, ağzıma tavuk koymama ama bu mesaja ben şu kadar para ödüyorum"

ben bu tip mesajlarla ilgili olarak elimden geldiğince beni rahatsız eden kurumu da rahatsız etmeye çalışıyor ve bir türlü geri bildirimde bulunuyorum. ama tabi bu durumda kabak danışmadaki gariban personelin başında patlıyor genellikle.

ben, her ne kadar "bakın hanımefendiciğim/beyefendiğicim bu işte sizin bir suçunuz yok ama sizin beni genel müdürünüze aktarma şansınız olmadığına göre ben de ona olan sinirimi size yansıtmak durumundayım, lütfen bant kaydınızı kendisine dinletin ki üstünüzde kalmasın" gibi bir girişle lafa girsem de görevli arkadaş eninde sonunda bana maruz kaldığı için bir miktar yıpranıyor tabi.

bir de daha "mahalli" olan mesajlar var: "çardak lokantası size bir telefon uzaklıkta, abuzittin çardak" "toss kuaförle saçlarınız istediğiniz gibi" "telefonu sokacak yer mi arıyorsunuz biz hizmetinizdeyiz"......

modernlik ve teknoloji diye kullandığımız ürünler hayatımızı nasıl da terörize ediyor bazen, şaşıp kalıyorum.

internet sözlükleri

herşey ekşi sözlükle başladı.

sonra devamı geldi. sayamayacağım ( zaten hepsini bilmiyorum, zaten gerek de yok) kadar çoğaldılar. yazanlar için büyük bir keyif, kurucular için belki bir maddi beklenti, belki bir ünlü olma merakı ama nerdeyse tamamı için bir liderlik, üstünlük, yöneticilik tatmini oldular.

yazmak için birbirini çiğneyen yüzlerce insan. ve onların yazabilmelerine izin veren bir kaç kişi. sanal deyişiyle "owner" ve "moderatör"ler.

ben de sürüye uyup ekşi sözlüğe dahil oldum. 6. nesildik sanıyorum. yani "boyunu aşan işlere kalkışan bir avuç adam, beklenmeyen yükseliş, kimseye güvenememe ve yetki verememe durumu, kontrolsüz ve ön görülemeyen büyüme, sonuçta kuralları bir yana bırakıp herkesin sözlüğe kabul etme ve akabinde başına buyruk kıyım " nesli.

sözlüğe kabul edildiğimden bile haberim yoktu, başkaları söyledi. "aa ne güzel" dedim keyifle yazıyordum sorna birden baktım ki atılmışım. neden ? niye ? hangi kelime, yazı, söz, mesaj, içerik yüzünden öğrenemedim hiç bir zaman. bir grup veledin bok yemesi deyip umursamadım ben de. kendileri laf anlayacak kişiler olsalardı sanırım karşılarındakilere de laf anlatmak isterlerdi. benim onlarca "ne yaptım" mesajıma cevap vermediklerine göre sanırım ben bir şey yapmadım kendileri yaptılar.

şimdilerde itüsözlükte yazıyorum. oranın yönetici ve moderatörleriyle anlaşamıyorum yani :) her ne kadar şu ya da bu şekilde haberdar olduğum bir kaç diğer sözlükten kat be kat iyi ve eşkisözlük'ün kendinden sonraki (bence) en başarılı ve seviyeli klonu olsa da, ben kimsenin klonu olmadığım için genel bir anlaşmazlık durumu söz konusu.
( ileri zamanlı ilave : söz ağızdan çıktı, yutacak değilim. itüsözlük konusunda hala aynı şeyleri düşünüyorum, ama moderatörler sanırım müstakilen bir yazıya konu olmayı hak ediyorlar. )

neyse, derdim sözlükleri yermek ya da övmek değil.

yıllar önce, sanıyorum elif şafak'ın bir kitabını okurken canlanmıştı kafamda "kişisel sözlük" olayı. herkesin yazacağı birşey değil ama kelime ve kavramların "bence" anlamlarını yazacağım bir sözlük düşünmüştüm.

bir programcı arkadaşıma "bana şöyle bi şey yazsana" dediğimde onun söylemesiyle haberdar olmuştum ekşi'den. sonra her google sayfasında adına rastlayınca da kullanıcısı olmuştum.

düşünüyorum da ( evet ben düşünebiliyorum da) ne çok sözleyecek sözümüz var. laf olsun, söz olsun, itlik olsun diye söylenenler de dahil ama ne çok söylenecek sözümüz var. doğru, yanlış, yalan, dolan, itiraf, gerçek, açıklama, yorumlama, saçmalama, geç, erken, ece, gece, gündüz, sabah akşam, yakın, uzak, doğru türkçeyle, yalan yanlış türkçeyle, büyük harfle, küçük harfle, noktayla, ünlemle, virgülle, parantezle.... ama ne çok sözleyeek sözümüz var.

gün içimde yazılan yazıların, açılan başlıkların ve bunların altındaki yaratıcılıkların tarifi mümkün değil. doğru ve öz bilgileri bir yana bırakıyorum, zira sözlükler genellikle bunların derli topluluğunu sağlıyorlar sadece, zaten tamamına yakını internette şu ya da bu şekilde var.

ama ya o kişisel gözlemler, yorumlar, çıkarımlar; yakalanan ayrıntılar, kıldan ince detaylar; aynı konuya farklı açılardan, akımlardan, ideolojilerden yaklaşımlar. eşi bulunmaz bir kaynak, eşi bulunmaz bir tartışma ve yorum platformu bunlar.

hele bir de ".. diyalogları" başlıkları altında yazılan adamı sandalyeden düşürecek komiklikteki yazılar...

yahu ne çok söyleyecek sözümüş varmış. ve bunların tamamına yakını da ne kadar güzelmiş. bulana da, kullanana da, yazana da helal olsun, ne diyeyim.

maaşlar yatmış V2.0

bilgisayarcı adamın yazısının bile versiyonu olur
semazem sözü

bu maaşlar yatmış sözü bana hep "altılı yatmış" sözünü çağrıştırır. sadece sessel olarak değil, mantıksal olarak da çağrıştırır ama.

her ikisinde de bir para beklentiniz vardır, ama gelmez.

maaşlar yatmış !!!

e bana ne ?

o tamamıyle bankalar arasındaki bir iç problem.

maaşımın yattığı banka ile ödemelerimi yapan banka aralarında anlaşıp, maaş bankası kendine belli bir miktar para ayırıp geri kalanını ödeme bankama gönderecek, bu büyük eziyet için de bir miktar para kesecek, sonra ödeme bankam maaş bankamdan aldığı parayla ödemelerimi yapıp üste kalırsa fon alacak, üste kalmazsa daha önce alınmış fonlardan bir kısmını bozdurup ödemeleri tamalayacak.

benim bu maaş olayında etken olarak hiç bir rolüm yok, edilgenim ben.
ben sadece maaş alan kişiyim. maaş gören kişi değilim.

"e niye çalışıyorsun o zaman ?" diyeceksiniz de, ne yani batsın mı bu bankalar !!!!!

sezen aksu kimdir ?


34 yaşındayım. [ (8 ay aldım) 35 bile değil düşünün :) ]

ben kendimi bildim bileli bir "sezen" vardır. cumhur önal olanı da var ama aksu'su bahsettiğim. bu kadının her kasedi olay olur, her şarkısının en az 1000 tane fanatiği vardır. meşhurdur, zengindir, göz önündedir, popülerdir, dudaklarının yeni halini saymazsak güzeldir de.

ben bir oğlu olduğunu bilirim mithat can isimli. başka da hiç bir şeyini bilmem. sevgililerini, aşklarını, yaptıklarını, ettiklerini. aşklarını da bilmem. ha belki biri dese ki "yahu duymadın mı hani, bir zamanlar şununla çıktı bununla indi" diye anımsarım ama o da öyle "bakın benim sevgilim var, bakın şimdi napışıcaz" tarzı bir ilişki değildir. zatenkendisi de rahibe olduğunu iddia etmiyor sanıyorum ki...

nedir kendisinin en sık duyulan haberleri : "şurda bir konser verdi, mekan yıkıldı" tarzı haberlerdir, bir sanatçıya yakışan şekilde.

ben "en çok şarkısnı bildiğim sanatçıdır" derdim kendisi için geçenlerde bir haberini duyuncaya kadar. haber dediğim aslında haber değil öğüt. hatta insanların kafasına balyoz gibi vurulacak bir laf ama tabi o balyoza ilk maruz kalanlar lafın esas hedefi , direk muhatabı oldukları için bunu laf arasında kaynatıp çok fazla ortalığa çıkarmadılar.

nedir bahsettiğim olay :

sezen aksu'nun bir tatil beldesindeki bir konserinde, basın mensuplarına hitaben " şimdi burada istediğiniz kadar görüntü çekin ama yarın plajda kıçımı çekmeye uğraşmayın. benım kıçımın memlekete ne faydası olacak. bir faydası olacak olsa ben ona kaş göz de çizerim." demiş olmasıdır.

tam kelimeler bunlar olmayabilir hatta o minik ve kibar hanım "kıç" da dememiş olabilir ama lafın özü bu. ne de olsa muhabir değilim ben tam haber aktarmak zorunluluğum yok. ( aslında muhabirleirn var, ne kadar ilginç değil mi :) )

yahu şu minicik kadıın ettiği şu lafın büyüklüğüne bakar mısınız ! buna ne denebilir. buna nasıl cevap verilebilir. altında kalanlar için söylüyorum , bu lafın altından nasıl kalkılabilir.

aslında yazıyı yazarken ilk düşüncem buradan 1. 2. 3. 4. diye çıkarımlar yapmaktı ama şu anda bir kaç tanesi yazdıktan sonra vazgeçtim ve sildim. varsın lafı anlamayanlar, anlamadıklarıyla kalsın.

lafı ansızın kesip, başlıktaki soruya "trendy" bir cevap verip bitiriyorum yazıyı : budur !

pınar altuğ'un derdi neden bizi gerdi


aslında bizi değil sizi.
aslında pınar'ın da derdi olduğunu sanmıyorum.

bir süredir, benim gibi gazete okumayan, haber dinlemeyen , magazin programı adı altındaki programların yapımcı ve katılımcılarının benzin dolu variller içersinde cayır cayır yakılmasını destekleyen bir kişinin bile haberi olduğuna göre, bu pınar'ın sorunları büyük demek.

neymiş (öğrenebildiğim kadarıyla) eşini aldatmış, toni'yle çıkmış, sona intenetten biriyle tanışmış, bu yüzden de toni'yi bırakmış.

en çok merak ettiğim konu, bu toni kim ? coni'yi bilirdik de bu toni'yi bilmiyorum. coni artık yaşlandı da bu toni "oyuncu değişikliği" gibi bir şeyle mi hayatımıza dahil oldu ? hoş, gerci coni'yi de pek matah bir özelliğiyle bilmzedik ya, hadi neyse....

adı pınar olan kaç kadın bu tip şeyler yapıyor, keza soyadı altuğ olanlardan da yapan vardır sanırım. e neden bir grup insan bu durumu "uzaydan gelnmiş yaratığın maceraları" gibi izliyor ?

kadın sevmiş evlenmiş, sonra başkasını sevmiş ayrılmış. evet aldatmış (sana ne - bana ne) . şimdi başkasını sevmiş. onunla da internetten tanışmış.

bütün bu haberler silsilesi içerisinde tek ilgimi çeken şey pınar altuğ'la internette tanışma şansımın olduğu ve bunun şimdiye kadar olmadığı. keşke ben de tanışsam kendisiyle. pınaaar !!okuyorsan mesaj at, olur mu ?

böyle tefrika yazılar yazanların ve bu yazıları okuyup "peh peh peh" diyenlerin kaç tanesi eşini aldatmamıştır ? kaç tanesi pınar altuğ ile tanışmak istemez ? kaç tanesi internetten kimseyle tanışmamıştır ?

her yerde herkesin yaptığı şeyin bu şekilde bokunun çıkarılması üstelik bu boka da herkesin elini sokmasının kime ne yararı var ? bırakın kim ne yapıyorsa yapsın yahu...

08 Ağustos 2006

birinci

bu mesajı birinci seçtim