17 Temmuz 2007

Semazem'den duyuru

Sevgili ziyaretçilerim,

günde 40 ile 300 arasında değişen sayılarda bu sayfaları ziyaret ediyor ve beni sevindiriyorsunuz, teşekkür ederim.

Bu sitede genellikle uzun metrajlı yazılara yer veriyorum. Daha kısa yazılar, ufak yorumlar için ise yeni bir site açtım.


adresinde ziyaretleriniz bekliyor.

Orası günde 4-5 yazı ile biraz daha hareketli. Ayrıca okuduğunuz yazıya bir tıkla oy verme ve direk yorum yazma gibi daha muhabbetşinas bir yapısı var.

Bilgilerinize sunar, ziyaretiniz ve katılımlaınızı dört gözle beklerim.

13 Temmuz 2007

Erkek Erkeğe Mutfak Sohbetleri : Pilav

Öğlen yediğim pilavın tadını hiç beğenmedim. Yalnız tadı değil kıvamı da çok kötüydü. O halde bu iş nasıl yapılıyor diye yazayım, herkes bu engin bilgilerimden faydalansın istedim.

Efendim, pilav yapmanın 4 aşaması vardır: ayıklama, ıslatma, pişirme, demleme. Bu aşamalardan önce biraz ana maddemiz olan pirinçten bahsetmek istiyorum.

Beyler, marketten alış veriş yaparken paketlerin üzerini okuma alışkanlığınız yoksa bile pirinç alırken mutlaka okuyun. Bu pirinç denen nimetin benim sayabildiğim kadarıyla 17.543 çeşidi var. Marketlerde en fazla 10-15 tip bulunuyor ama olsun : Baldo, lüks baldo, kırık, çıkık, yaseminli, jasminli( ukalalar) , öz hakiki baldo, pilavlık, dolmalık, çorbalık, salatalık, kepekli, glutenli, gluteni alınmış, gluteni alınıp sora yeniden koyulmuş, nişastası hafifletilmiş, ayıklanmış, ayıklanmamış, ayıklayacak çocuk gelmediği için üzerinde ayıklanmış yazmasına rağmen paketin üzerinden taşları görünen.......

Hangisini seçmeniz gerektiğine siz karar verin, ben lüks baldo deneni kullanıyorum kendim alıyorsam. Önemli olan hangisini seçmişseniz bir daha hep onu almak. Çünkü bu pirinçlerin her birinin ayrı huyu var ve bütün tarifler bir yana, onu zamanla öğrenip doğru tadı buluyorsunuz.

"Kendim alıyorsam" dedim ya, bizim bir yerlerde bir tanıdıklarımız varmış, onlar , sağ olsunlar, bize çuvalla gönderirler pirinci. Annem de yarım çuvalı bana verir. (Sanıyorum Çinli bu tanıdıklar. ) Dolayısıyla benim pirincin cinsi "annemin pirinci". Tarifleri buna göre vereceğim.

Bir de, Tosya ( Kastamonu'nun mis gibi çeltik kokan bir ilçesi) denen yerden geçiyorsanız, yol kenarında pirinç satanlara denk gelirsiniz. Oralarda durup pirinç alacaksanız sakın muhabbet etmeyin, pirinçlerin adını sormayın, gözünüze kestirdiğinizden alın ve yola devam edin. Zira inanılmaz şirin Kastamonu şivesiyle size pirinçleri anlatmaya başlayan o teyze ve amcalar hayatınızın geri kalanında fobi geliştirerek pirinçten korkmanıza neden olabilirler : "Sarıkız da alabülü, kılçıklı da. Hepisinde az az verem, hepisi ayrı gözel. Aha buna suyu az koya, buna yarım koya, aha buna bibıçık koya ama kavurmaya. Bunu daşı oğmaz, bunda olu, ayıklamadan yüme. Ba bundan da vere isteğsen. Neççen sen, dolma diysen bununki güzel olu, pilav diye aha bu." Anaaa, bizim bildiğimiz pirinç Tosya'da destan olmuş da haberümüz olmamuş . Beni dinleyin hemen "götün götün gaçıverü" oradan. J

Neyse efendim. Pirincimizi seçtik artık. Başlayalım pilavımızı yapmaya.

İlk aşama ayıklamadır dedik. Malum "pirincin taşı" olur. Bu taştan bir şey olmaz diyenler, samimi bir diş hekiminiz yoksa sözümü dinleyin, mutlaka ayıklayın. Bu ayıklama işi için genişçe bir tepsi kullanılıyor. Bir su bardağına pirinç doldurun ve bunu tepsinin bir kenarına tepeleme yığın. Tepsiyi alıp aydınlık bir yere gidin. Oturup tepsiyi dizinize koyun ve o tepeden ellerinizle pirinçleri yaya yaya tepsinin boş olan kısmına doğru çekin. O sırada taşları bulun ve alıp tablaya atın. Pirinçlerin arasında gördüğünüz kahve tanesi, uzaktan kumanda tuşu, kırmızı kalp gibi nesneler muhtemelen tepsinizin desenleridir, heyecanlanmayın. Koyu ve düz renkli zemini olan bir tepsi bu iş için en idealidir.

"Yok aydınlık yer, yok dizimize koyalım ne yahu bunlar. Ben ayaküstü beş dakkada ayıklarım onu" diyen sevgili hemcinslerim, istediğiniz bütün yöntemleri deneyin. En sonunda varacağınız nokta benin tarif ettiğim olacaktır :)

Ayıklama işi bitince pilav yapımının en ciddi ve en beceri isteyen yerine gelinir : "pirinçleri tepsiden ıslatacağınız kaba boşaltmak". Hanımların "pıt" diye yaptığı bu işlem biz erkekler için tam biz zulümdür. O koskoca tepsiden, o kaba o pirinçler bir türlü geçmek istemezler. Tezgahın üstünü ve yeri tercih ederler genellikle. Bu işlemi tamamladıktan sonra ilk başladığınızın yarısından daha fazla pirinciniz varsa başarılı olmuşsunuz demektir.

Pirinçleri kaba aldınız. Onları iyice yıkamanız lazım. Pirinç zor yıkanır. Kabı defalarca suyla doldurup boşaltmanız ve pirinci bir kaç defa suda bekletmeniz gerekir. Günümüzde büyük şehirlerde bahsedilen su sıkıntısında pirincin ciddi bir yeri vardır. İster inanın ister inanmayın.

Yıkandığına kanaat getirdiğiniz pirinci şimdi "ılık" suda biraz bekletmeniz gerekir. Bu sırada suya bir çay kaşığı da tuz atmalısınız. Bu bekleme süresi pirincin cinsine göre değişecektir. Ben fazla acele ettiğim zamanlarda 20 dakika kadar, zamanım varsa 1 saat kadar bekletiyorum. Su ılık derler ama soğuk da olur. Yeter ki sıcak olmasın, o zaman pişiyor çünkü.

Islatma aşamasından sonra artık pişirme bölümüne geldik. Ayıklanan ve ıslanan pirincimizin ıslatma suyunu döküyor, bir kaç kez daha yıkadıktan sonra :

1. tencereye alıp 10-15 dakika kavurur, yağ,tuz ve su ilave eder
2. tencereye su, tuz ve yağ ilave koyup, sonra pirinci üzerine ekler
3. tencereye yağ koyar, pirinci yağla iyice kavurur üzerine tuz ve su ilave eder
4. tencereye su koyar, su kaynayınca pirinci, yağı ve tuzu ekler

sonra kapağını kapatarak, kısık ateşte, suyunu çekinceye kadar pişiririz.

Yukarıdaki 4 çeşit ve annenizden duymuş olabileceğiniz birkaç çeşit daha pilavın farklı pişirilme yöntemlerinden biridir. Sonuçlar arasında ciddi farklılıklar olduğunu söyleyemeyeceğim. Tabi pirinçleri kavurduğunuzda renkleri siyaha dönmüş ve bir kısmı da patlamışsa bilemem :)

"Annem yaptığında da arada koyu renkli pirinçler oluyordu ama" diyenler, onlar şehriye ;)

Tavuk ya da et suyu kullanacaksanız haricen başka yağ koymayınız.

Burada önemli olan koyacağınız su miktarı. Pilavla ilgili yapılan muhabbetleri uzaktan dinleyenler matematikçiler ya da bahisçiler aralarında bir konu tartışıyorlar sanabilirler, zira "bireiki, birebirbuçuk, önce bireiki koyup sonra yarım daha ilave ettim" gibi sözler sık kullanılır. Burada bahsedilen ne kadar pirincin ne kadar suyla pişirileceğidir. En genel kavram "1 bardak pirince 2 bardak su" olanıdır. Tabi burada sizin tepsiden kaba ve kaptan tencereye aktarmayı başarabildiğiniz kadar pirincin oranından bahsediliyor. Ona göre 2 katı kadar su koyacaksınız.

Bu oranın gerçek olanı zaman içinde kullandığınız pirince göre sizin tarafınızdan öğrenilecektir. Hatta suyu az gelen pilava su ekleme ( pişmiş aşa su katma) tekniklerini de öğreneceksiniz zamanla. Güzel pilavın sırrı ona zaman ayırmakta ve önceleri çok kötü pilavlar yemekte :)

Pirinciniz suyunu çektiğini kaşıkla şöyle bir karıştırarak anlayabilirsiniz. Ocağın altı kısık olduğu için bu su çekme yaklaşık olarak 20 dakika sürecektir. Ocağın altını çok açarsanız su daha çabuk çeker ama pilav pişmez. Arada tahta kaşıkla biraz tadına bakıp istediğiniz gibi olup olmadığını kontrol edin. Size pişmiş geliyor ( muhtemelen yanılıyorsunuzdur ama olsun) ve hala suyu varsa kapağı ve ocağın altını biraz açıp kalan suyu daha çabuk buharlaştırabilirsiniz.

"Neden tahta kaşık kardeşim ben metal yemek kaşığıyla bakacağım" diyorsanız "bakın o zaman" derim. Bakınca neden tahta kaşık dediğimi anlarsınız. (bkz : yanıkta acil yardım)

Pilavınızın suyunu yeterince çektiğine ve olduğuna kanaat getirince altını kapatıyoruz. Burada demleme aşaması başlayacaktır.

Demleme dediğimiz "pilavın içindeki buharın , pilav sıcaklığını kaybetmeden, yoğunlaştırılarak pilavdan uzaklaştırılması tekniği"dir. Yani "temiz bir bez ya da bir kağıt havluyu tencerenin ağzına koyup kapağı kapatın, 15 dakika bekleyin" demektir.

Benim pilav için ayrı havlum var valla, sizi bilemem.

İyi bir pilavda pirinç taneleri normal hallerinde tek tek durmalıdırlar. Kaşığı ( çatalla yiyenler de varmış) daldırdığınızda taneler serbest salınımla kaşıktaki yerlerine karar veriyor ve bazıları nazikçe tabağa geri düşebiliyorsa bu iyi bir pilavdır.

Kaşığı daldırdığınızda, taneler kaşığın aralarına girmesine izin vermiyorsa, kaşığı kaldırırken tabak da birlikte geliyorsa, ağzınıza attığınız kısımdan kaşık geri çıkmıyorsa, ağzınızda çiğnediğiniz nesne ilkokul 4. sınıfta öğretmen sizi yakaladığında korkudan çiğnediğiniz kopya notlarınızdan daha kötüyse, pilavı bıçakla keserek yemeniz gerekiyorsa, pilav, pilav olmamış demektir.

Burada kendi ürettiğim bir özlü sözü sizlerle paylaşmak isterim :"Çok su lapa, az su lata"

Şimdi beyler; oturdunuz yiyorsunuz, tadı gayet güzel olmuş, mutfak zemininde 70 ve mutfaktan oturduğunuz yere kadar olan mesafede sizi takip eden 30 taneden daha az pirinç var; kendinizi son derece başarılı ve hatta neredeyse Mengenli hissediyorsunuz. O halde son bir test, elinizi üzerinizdeki pantolonun cebine sokun, oradan pirinç çıktı mı, çıkmadı mı ? :)

Cümleten afiyet olsun :)

( Beyler, sabah kalktığınızda yatakta bir kaç pirinç olacak; korkmayın. O normal :) )

Ek : "Hanımlar için pilav tarifi"
1. Pirinci ayıklayın
2. Islatın
3. 1e2 su, biraz tuz ve yağ
4. Demleyin
5. Afiyet olsun

( onların sanıyorum genlerinde var :) )

06 Temmuz 2007

Modanın Mantığı Olmaz - iPhone

iPhone'ın satılmaya başlanmasıyla birlikte, teknoloji dünyasında ciddi bir hareketlenme oldu. Herkes, şöyle ya da böyle, bir türlü bu alete değdiriyor değiniyor. (Görüldüğü Okunduğu üzere ben de). iPhone'un en çok eleştirilen özelliği ise, taşıdığı cazibenin yanında, sıradan bir cep telefonundan bile az özelliğe sahip olması. Gerçekten de araştırdığınızda telefonda bir sürü şeyin eksik olduğunu görüyorsunuz. Oynaması güzel ama kullanması keyifsiz bir cihaz gibi duruyor. Yine de bir tanesine sahip olmak isterdim.

Gelelim yazımızın konusuna.

Peki bu cihaz 3 günde 500 bin adet satmadı mı ? Hem de sadece Amerika'da. Sattı.
Hala da satıyor mu ? Satıyor.
Daha da satacak mı? Satacak ?
Satışına başlandığı bir çok ülkede de benzeri talep ve rakalmlara ulaşacak mı ? Ulaşacak.

Peki neden ? Cevap, bu yazının başlığında saklı : "Modanın Mantığı Yoktur"

Zaten "moda" denen şey, mantıksızlık üzerine kurulmuştur. Yoksa insanlar neden mevcut 6 pantolonunu "artık giyilmez" diye bir yerlere kaldırıp gidip kendisine yeni pantolon alsın ki ? Yepyeni kıyafetleri "bir yere kaldırayım ileride yine moda olursa giyerim" mantığıyla giymekten vaz geçen insanları düşününce, bu cümledeki mantık kelimesi size de fazla gelmiyor mu ?

Apple'nin seyyar müzkçaları iPod da aynen bu şekilde tanıtıldı ve dünyayı sardı. Aynı fiyata alabileceğiniz ondan çok daha kaliteli bir sürü cihaz var. Ben Creative isimli markanın müzikile ilgili bütün ürünlerinin emsallerinden hem daha kaliteli hem de özellik olarak üstün olduğunu iddia ediyorum. Ama yok ! iPod alınacak. Çocuğunuza ( belki sevgilinize) ne kadar kaliteli bir alet alırsanız alın, iPod değilse suratının asılmasını engelleyemeyebilirsinz.

"iPod almadın bari beyaz kulaklık al da, görenler iPod zannetsinler" cümlesi moda denen olgunun mantıksızlığın bir eseri olduğunun gayet net bir ifadesidir.

Creative ( ya da diğer markaların) ürünlerini bile "kreativin de aypodları var" diye satıyorlar. Marka ürünün önüne geçti ve ürün adı oldu neredeyse. iPhone'a muadil çıkan bütün ürünler de "filanca markanın iPhone çözümü" diye tanıtılacak artık.

Böyle bir ürün bulmak ( ya da insan olmak) dostlar başına...

***

Bir kaç ay önce yeni bedenime ( kocaman oldu kendileri) bir kot pantolon almak için mağazaya gittim. Ben öyle moda olgusunun pek farkında olmadan yaşadığım için bu tip kıyafetleri "eskiyinceye" kadar giyerim. Mevcut kotların da (bedenime uymamanın yanısıra) artık cep ağızları, paçaları, arka cepleri ve diz bölümlerinden yıpranmaya başlamıştı.

Derdimi anlatıp göbeğimi gösterdikten sona istediğim pantolonu tarif ettim. Kendi pantolonlarımı seçebilme imkanım oduğunda beri aynı tarfi yaparım. Bunun üzerine, bir kot firmasında çalıştığı halde neden kendinden 5 beden büyük olan babasının 20 yıllık pantolonunu giydiğine bir türlü anlam veremediğim eleman gidip bana istediğim gibi bir kot getirdi. Kabine girip giydim, aynaya bir baktım !!! Cep ağızları yıpranmış, paçalarından iplikler sarkan ve diz bölgeleri aşınmış bir pantolon duruyor üzerimde.

"Acaba" dedim "benim istediğim model artık üretilmiyor da, ikinci elini mi satıyorlar?". Kabinden çıktım "Nasıl oldu ?" klasik sorusunu çocuğun ağzına tıkıp "Kullanılmış pantolon mu bu ?" diye sordum. Çocuk gülerek "Moda böyle" dedi. Muhabbetin ve alışverişin gerisi bol kahkalı geçmekle birlikte sonuç şöyle oldu :

"Kot pantolonumun cep ağızları, paçaları ve diz bölgesi yıprandığı için yenisini almak üzere gittiğim mağazadan, moda olduğu için cep ağızları, paçaları ve diz bölgesi özellikle yıpratılmış bir pantolon aldım."

Almamak gibi bir şansım da yoktu zira bütün mağazalarda bunlardan satılıyor. Neden mi ? E moda canım kardeşim, moda.

***

Modaya kapılmamak mümkün mü peki ? Buna evet demeyi çok isterdim ama sanıyorum doğru cevap "hayır". Zira moda sadece teknoloji ya da kıyafet alanında değil ki. Yeme içmeden tutun da akşam eğlenceye gidilecek yere kadar hatta sadece yürüyüşe çıkılacak sokaklara kadar her yerde karşımızda moda. Bazen adına "in-out" diyorlar, bazen "gözde mekan", bazen "top 10" ama hepsi de özünde aynı. Birisinden kaçsanız, bir diğerine kapılıyorsunuz; bazen isteyerek, bazen sadece farkında olarak, bazen de hiç fark etmeden.

Benim 15 yıldır giydiğim tişörtüm var ama telefonumu 4-5 ay önce yeniledim, hala da baknıyorum yeni modellere. Arabam ayağımı yerden kesse yeter, ama yeni bir bar açılmış, herkes oradaymış gitmesem olmaz. HTML dilini biliyorum, istesem it gibi site yaparım, ama şimdi bloglar moda, başkasının yazdığı kodlarla boğuşup duruyorum.

Bak hala "neden" diye soruyorsunuz yahu. Moda diyorum moda. Şimdi bunlar moda.

***

Peki ya modayı evimizin kapısına kadar getirip burnumuza sokan, altımıza üstümüze giydiren, masamıza koyduran, cebimize daldıran; bize deli gibi abuk sabuk şeyler aldıran nedir ?

Sorunun cevabı "reklam" ve bu da sanırım bir başka yazının konusu olacak.

03 Temmuz 2007

Oksijenin Fazla Gelmesi Durumu

Halk arasında "temiz hava yaramadı" olarak da bilinen durumdur.

Söz konusu durum genellikle, büyük şehirde yaşayan kişilerin hafta sonlarında kaçtıkları, mesire yeri tabir edilen oksijeni bol, doğal ortamlarda karşımıza çıkar.

En sık görülen şekli "eeeeehhhheeheheheeeeeyyyyyyyyyyyyyy" şeklinde atılan naralar, "iğyeeeeek" şeklindeki çığlıklar ve "aaaaaeeeeeeooooooo" şeklindeki anlamsız sesli harflerden oluşan yüksek sesli yaklaşımlardır. Bu, sesli tip olarak adlandırılmaktadır.

Şehrin keşmekeşinde yanındakinin konuşmasını bile zorlukla duyan gençlerimiz, açık ve sessiz alanlarda seslerini herkese duyurma fırsatını bulmuşken sıklıkla bu sesli tipi kullanırlar. Bu gençlerimizin söyleyecek ( duyuracak) bir şeyleri olmaması neticesinde de bu tip ilkel sesler çıkartmaları zaten beklenen bir sonuçtur. Yine büyük bir sıklıkla, bu sese mukabil, başka bir yerden bir cevap sesi gelir ki halk arasında bu duruma da "çiftini buldu" denmektedir. Bu durumda en tehlikeli sonuç çiftin üremesidir.

Bir diğer tip ise, atletik tip olarak da tanımlayabileceğimiz, günlük hayatında tuvalete bile bürositin tekerleklerini kullanarak giden ve fakat doğal ortamda ( aslında orası da onun doğal ortamı şimdi) atlamacı, yüzmeci, tırmanmacı , amuda kalkmacı kesilen tiplerdir. Bu kişileri de yine söz konusu etkinlikte, topluluktan ayrı olarak, bir ağacın tepesinde ( mahsur kalmış), üzeri hafif buz tutmuş bir gölde ( donmak üzereyken), köprünün hemen yanından karşıya atlarken ( bacağı ya da beli kırılmış) görebilirsiniz.

Tespit ettiğim bir başka grup ise "doğada babam yetişse yerim" tarzı kişilerdir. Bu kişilerin atalarının doğada yetişmiş olması muhtemeldir. Önce her akan suyu içip, sonra her yerde buldukları yeşilliği çiğneyen, en sonunda topladıkları mantarları pişirerek yiyen ve zehirlenen kişiler bu sınıfa girmektedirler. Bu tip daha çok, şehir hayatında doğal hayatın ve bozulmamış nesnelerin hasretini çeken orta yaş ve üzeri insanlardan oluşmuştur.

Bizzat içinde bulunduğum için bahsetmek istediğim bir diğer tip ise, teknolojik tiptir. Bu kişileri diğerlerinden kıyafetleri yardımıyla ayırabilirsiniz. Zira bunlar, bir gözleri kırpık diğer gözlerinin yerinde bir fotoğraf makinesi objektifi bulunan, boyunlarında muhtemelen bir GPS cihazı, 100 metrede bir cep telefonu çekiyor mu diye bakan kişilerdir. Mola yerlerinde çantalarından bir laptop ya da hafıza kartı yedekleme tıngırtısı çıkarıp muhtelif kablolarla bunları birbirine bağlamak, cep telefonuyla internete bağlanıp az önce çektiği bir fotoğrafı arkadaşlarına göndermek ve ortamdaki kişilere sürekli "burada bağlantı yavaş, 2 megabaytlık dosya 5 dakkada gitti, tepede olsaydık ben şimdi hepsini webalbüme atmıştım, a bu arada sizin eposta adresinizi de kaydedeyim" şeklinde iletişim kuran insanlardır. Ortamın tadını döndüklerinde çektikleri fotoğraflara bakarak anca çıkartırlar. ( ah benim eşşek kafam)

Bu oksijenin fazla bulunduğu temiz ve doğal ortamlarda, o kadar bol oksijene rağmen daha hala bu oksijeni gerekli şekilde yakamayan bir tür daha vardır. Bu türü genellikle canlı olarak birebir görmezsiniz. Daha çok "daha önceden orada bulunduklarını" anlarsınız. Bunu anlamanızı sağlayan poşetler, içecek kutuları ve şişeleri, peçeteler, gazete kağıtları, ekmek parçaları, fotoğraf filmi kutuları, cam kırıkları ortamda her yerde bulunmaktadır. Bu tip ne yazık ki diğer bütün tiplerin de içinde bulunduğu genel bir gruptur.

Her yolun sonu bir simitçi ve bir heykele çıkan şehir



Yıllar önce, Ankara'da yaşamaya başlamadan önce, bir şekilde 1 aylığına Ankara'da kalmam gerekmişti. Bilmediğim bir şehirde kaldığım zaman hep yaptığım şeyi, o zaman da yaptım : Kaldığım yeri merkez olarak alarak yürüyerek bulabildiğim tüm sokaklara girip çıktım.

Süre uzun ve mekan da Ankara olunca bu "kaldığım yeri merkez alma" durumu giderek genişledi, edinilen bir Ankara haritasıyla, gece geç ve sakin saatlerde arabayla bile bir sürü yeri dolandım. Gündüz muhabbetlerinden adını duyduğum yerleri keşfettim, Sakarya'da "selam ağabey, aynısından mı ? " diye müdavim kabul edildiğim bir barım bile oldu hatta :)

O zamanlar, çok keyif aldığım, bir alışkanlığım vardı: Her gece, defterimi açıp bir şeyler yazardım. Aklıma her ne gelirse. Genellikle şiir sayılabilecek bu yazılar, şimdi dönüp baktığımda tam bir günlükmüş aslında.

Ferhan Şensoy'un Gündeste isimli bir kitabı vardır. Özünde tam bir günlük olan bu kitap, yazıların tarih sırasına bakılmaksızın yayınlanması ve düz yazı değil de şiir şeklinde olmasıyla benzerlerinden ayrılır. Hele benim için öyle bir ayrılır ki, kütüphanede özel bir yerde durur. Kitabı mı önce okudum, o şekilde yazmaya mı önce başladım bilmiyorum. Her halükarda Ferhan Şensoy'un benden önce yazmaya başladığı kesin ama.

O defterlerin Ankara bölümünde, ilk 10-15 gün için çok az yazı var. Hatta o zamanlar yaşadığım şehirde ( Tokat - Artova) günde ( gecede) 5-6 sayfadan az yazmadığım düşünülürse, neredeyse hiç yok. İşte bu yazıların ilkinde ( Ankaradaki 10. güne denk geliyor) böyle bir şey yazmışım :

"
Ankara
her yolun sonu bir simitçi ve bir heykele çıkan şehir

Her yol kavşağına bu heykeller,
kaybolursanız adresi sormak için dikilmişler sanki

Şu Sakarya Caddesi,
neredeydi madenci abi ?
"


Bu yazıdan 1 yıl kadar sonra Ankara'ya taşındım ve 9 yıldır buradayım. Şimdi bakıyorum da her gün önünden geçtiğim heykellerin hiç birini anımsamıyorum. Aklımdaki bütün heykeller o yıllar önce gezinirken gördüklerimden ibaret. Bir de en sevdiğim mekanlardan biri olan Kuğulu Park'ın girişine 1 yıl kadar önce dikilen Tunalı Hilmi Efendi'nin heykeli.

Hep söylemişimdir, "bir şehirde yaşamak o şehri unutturuyor."; en güzeli, turist olmak bir yerde.

E heykelleri unuttum da, simitçileri unuttum mu ? Yok canım, onları hala bliyorum. Hatta hangileri aynı fırından alıyor, hangisine tazesi ne vaktte geliyor onu bile bilirim. Şimdi çıkıp, toplallaya topallaya yürüyerek "bebek arabalı simitçi" amcadan bir simit alıp yiyeceğim hatta. Bu amcanın da bir kaç fotoğrafını çekebilsem, onu da yazacağım...


Bu yazıya esin kaynağı olan yazı : http://www.devletsah.com/ankaranin-heykelleri/

01 Temmuz 2007

Ah benim canım Türkçem - W'nin dilimizdeki yeri


Bugün sanal dünyadaki olağan gezintilerim sırasında bir bloga denk geldim. Ana sayfada TRT tarafından hazırlanan ve Türkçe'nin yanlış kullanımını ve bozulmasını iğneleyen bir video vardı. Yazı kısmında da ne kadar doğru bir yaklaşım olduğundan, dilimizin nasıl bozulduğundan bahsediliyordu.

Aman ne güzel derken birden sitenin adresine dikkat ettim; olacak iş değil. Site sahibi arkadaş, gayet Türkçe olan isminin içinde geçen V harfini W olarak yazmıştı. Bu sadece sitenin adresi değil, aynı zamanda adı da. Haberi siteye yazan kişi de, kendine takma isim olarak ( şu bizim nick name yani) yabancı bir diziden bir karakterin adını seçmiş.

Pekiyi ana konu neydi, bozulan dilmiz. Hatta yazarın kendi sözleriyle "ayaklar altına alınan dilimiz".

Türkçe'yi bu kadar sevip de kullanmamak nasıl bir histir anlayamadım.

Üstelik sitede bir alttaki yazıda da hem başlıkta hem de yazıın içeriğinde "mause" diye bir kelime kullanılmış. Yazıyı okuyunca bunun "mouse" olması gerektiğini anladım. Dilimizde, tam kelime ve anlam karşılığı olarak kullanılan fare diye bir kelime de varken üstelik. Daha ilerilerde "İngilizceyi sevelim, koruyalım, ayaklar altına almayalım." diye de bir yazı var mı diye baktım ama göremedim.

Sitenin adını vermiyorum. Derdim kötü reklam yapmak değil. Bu yazıdakileri zaten onlara da yazdım.

Bir şey daha var, yazdım diyince aklıma geldi. Sitenin her haber için bir yorum ekleme özelliği de var. Burada şöyle bir not düşülmüş : "Türkçenin doğru kullanıldığı yorumları seviyoruz. ( Nasıl yazmalıyım)". Nasıl yazmalıyım bölümü bir başka sayfaya gidiyor ve burada nasıl yazılması gerektiği ile ilgili bir metin var. Metnin ilk cümlesi şöyle başlıyor : "Blogları diğer web sitelerinden ayıran en önemli özelliklerden biride..." ( de bitişik yazılmış) :)

Üstelik siz yorumu yazıp gönderdiğinizde, sistem otomatik olarak bütün büyük harfleri küçük harfe çeviriyor. Böyle de bir yapıcılık eklenmiş. Sanırım Türkçenin ayaklar altına alınmaması için yapılmış. Belki de arkadaşlar büyük harflere daha gelmediler. :)

Yorumların düzgün olması için "edit edildiği" belirtilmiş ama birleşik yazılan soru ekleri ve editörün kendi yazısında bile yanlış yazılmış -de/-da hataları ortalıkta cirit atıyor.

Öyle ki , sitede söylenen, eleştirilen ve yapılan arasındaki dayanılmaz çelişki bana da bu yazıyı yazdırdı. Normalde, başlıkları görür görmez kara listeye atacağım bir siteydi.

***

Çocukken bir kaç ciltlik bir kitap setim vardı. Sanıyorum Yapı Kredi Bankası ( o zamanlar daha Koç tepmemişti kendisini) dağıtmıştı. Boyutları alışılmışın ( o zaman için) biraz dışında olduğu için değişik gelmişti. Zaten konusu da Atatürk'ün hayatıydı, ilginç gelmemesi mümkün değil. Okullarda okumadığımız şekilde çok keyifli bir dille anlatılmış bir sürü detay vardı kitaplarda.

O kitaptan aklımda kalan şeylerden bir tanesi de Atatürk'ün çok sevdiği söylenen iki dizeydi " O mahiler ki derya içindedirler / Deryayı bilmezler". (O balıklar ki denizin içindedirler / Denizi bilmezler.) Hem Atam severmiş diye hem de benim de çok hoşuma gittiğinden yıllarca bu sözü sık sık kullanmışımdır. Ve genellikle hemen arkasından da hem anlamsal, hem de sessel olarak çağrıştırdığı için "kendini bilmezler " diye eklerim.

Bu yazıma da ekleyeyim istedim.

Ve bu yazımın ana fikrini ise şöyle belirledim : "Türkçeyi bilmiyor, İngilizceyi bilmiyor, başka dil bilmiyor; anlatacak derdi var, ne yapsın bu insanlar ?" Dilerim, bu konu akademik çevre tarafından fark edilir ve en kısa sürede birisine tez olarak verilerek bir çözüme bağlanır.

25 Haziran 2007

Tokat'ın Yağlısı

Devletşah isimli bir bloga dadandım, aman diyeyim düşmanların başına. Hani siz de bakmayın diye veriyorum adresini. Sabahtan akşama yemek muhabbeti efendim olmaz böyle şey.

Evde bulunsun diye aldığım 5 kiloluk un 1 haftada tükendi. Seneye de giyerim diye bir beden büyük aldığım pantolon da , dar geliyor haliyle.

Hani kendileri yetmezmiş gibi okurları falan da yemek meraklısı. Aman pofuduk hamur kızartması tarifi de vermiş, okumayayım daha fazla , ilk bulduğum yere tıklayayım diyorsunuz, bilmemkimin yemek tarifleri sayfasına gidiyor. Ay yeter bagel fotoğrafına bakmayayım diyorsunuz, bir tık, hoooop filanca kişinin yemek kursları.

Ay yemek bakmayayım, günlük okuyayım diyorsunuz, "feşmekan kişi bir börek yapmıştı" diye başlıyor yazı.

İçim dışım yemek oldu, millet yazın zayıflar ben neredeyse monitörü kemireceğim. 1 aylık klavye, ağzımın suyu aka aka bozuldu gitti.

Tatile falan giderim diye geçenlerde bir mağazaya gittim penye, şort falan alacağım. Hani bir de öyle ince kıyafetler falan ya biraz da vücuda otursun istedim. Aldım bir kaç tane kabine girdim. tişörtü bir giydim, anaaa, Michelin adamı gibiyim. Sinirle çıktım bir şey alamadan, doğru tatlıcıya :)

Neyse efenim, bu Devletşah Hanım'ın sitesinde az önce birisi Tokat'tan dem vurmuş. Ben de hayatımın bir bölümünü, Tokat'ın bir bölümünde geçirmiş ( obur) birisi olarak sitenin genel içeriğinden yola çıkarak yiyecekle ilgili anılarımı canlandırdım.

Tokat ve yemek denince benim aklıma ( Tokat kebabı diyenler sakin olsu lütfen, o değil zira) yağlı gelir.

Bilir misiniz yağlıyı. Kimisi "ha bu bizim katmer" o der kimisi "e gözleme bu" der. Haşa huzurdan ama cümlesi halteder. Yağlı yağlıdır, o kadar; hiç bir yörenin başka bir şeyine benzemez.

Nasıl yapılıyor derseniz adından belli derim. Yağla yapılıyor. Ana maddesi yağ. Biraz da un var. Belki yumurta falan da vardır ama o kadar. Simit fırınları gibi yağlı fırınları var Tokat'ta.

Büyük şehirlerde gördüğümüz, lahmacuncuların lahmacunlar sıcak dursun diye altında inceden bir ateş yanan, kola takılan, 4 bir tarafı ve dahi tavanı camdan mamul o kol askılarında satılır. Sabah vaktinde ve akşamüzerine doğru görülür. Ama fırınları biliyorsanız, nazınız geçerse biraz bekleyerek yaptırabilirsiniz.

En keyifli yeme şekli şöyledir :

Cumartesi hatta pazar günü, sabahın çook erken vaktinde, daha hava aydınlanmadan, odun ateşiyle inceden aydınlanmış olan fırının kapısına varırsınız. İçeriden bakıp sizi görünce hoş beş eden çalışanların arasından sıcak ve yağ kokan fırına girersiniz. Sıcaklarından istediğiniz için hali hazırdaki parti fırına girinceye kadar beklersiniz. Bu zaman zarfında size ikram edilen çayı, az önce çıkmış yağlılarla birlikte mideye indirirsiniz. ( ki bu sayılmaz) Sonra yeni parti çıkınca, size iltimas olsun diye gazete kağıdına değil de tezgah altındaki beyaz kağıda sarılan, efendim ben diyeyim 10 siz deyin çüş, ya da 15, neyse işte yağlıyı alıp arabanıza koyar, yağlı kokuları eşliğinde evinize varır, gitmeden demlemiş olduğunuz ve bu nedenle sizi demlenmiş olarak karşılayan çayın kokusu ve tadı eşliğinde bir güzel yersiniz.

Bu arada gittiğiniz fırın, gayet bilinen Tokat türkülerinden biri olan "sulu sokak taşları" türküsünün yazıldığı sokağın tepesindedir. Parke taşlı yokuşu, o vakitte, sakin sakin çıkarken hafif hafif bunu mırıldanmanız, yağlınızın keyfine yağ katar; demedi demeyin.

Bir başka keyifli tüketim şekli de Tokat'ın bir başka "meşhur"luğuyla birlikte tüketilmesidir : Hamam.

Hamamdan çıkılır, soğukluk denilen yerde odaya gelinir, hamamcı gelir sizi bir güzel kurular. Sonra başınıza havluyu, onlardan başka kimsenin yapamadığı şekide, sarıp sizi Mısır firavunlarına benzer bir halde odada havluların içinde bırakır. Çay vereyim mi diye sorar. Sizin ters ters bakışınızda "haaa" diye olayı kavrayarak en yeni başlamış çocuğa "koş oğlum fırına 2 yağlı kap gel" diye bağırır. Sonra "5 olsun" diyerek düzeltir. ( Devamlı müşteri olmanın faydası. E bir de hamam tabi mekan, adam kapasiteyi net olarak görebliyor)

O çocuk, asla koşmaz; yürüyerek gider yürüyerek gelir eşşek kafalı. Ünlü bir oburun da söylediği gibi : "Mekan hamamın soğukluğu, beklenen de yağlı olduğunda, en hızlı servis bile hep geç kalır" ( Ali Paşa Hamamı Tokat, 1997) .

Neyse efendim sonra yağlılar gelir, çaylar gelir, havluların arasında, pamuğun içinde filizlenmeyi bekleyen fasulye tohumu gibi, kurulmuş olarak, bir ondan bir bundan, bir ondan bir bundan, bir ondan bir bundan, bir ondan bir bundan, bir ondan bir bundan, bir ondan bir bundan, bir ondan bir bundan, bir ondan bir bundan, hafif hafif atıştırırsınız.

Oooohhh. Valla sabah sabah imrendirmek gibi olmasın ama, bu meret böyle yenir.

Ha kilolar diyordum. Evet hepsi Devletşah Hanım'ın sitesinin suçu. Ben sırım gibi adamdım yoksa, hep o site yaptı. :)

Ama beni yaptı, sizi de yapsın; mutlaka ziyaret edin. Hayır korkuyorum, Devletşah Hanım yarın yağlı tarifi de verirler şimdi, hepten mahfoldum demektir. Sırf yemeyeyim diye Tokat'tan kaçtım; anlayın artık.

20 Haziran 2007

Ebru

Kız adı sanırsınız ama değildir. Aslı, suya resim yapmaktır. Buradan yola çıkıp ad olmuştur, ilk defa kimbilir kimin kızına. Oradan da günümüze "bir kız adı" diye gelmiştir.

Suya resim çizmek cesaret işidir. Su dalgalansa (mazallah) bozulur desen. Elin titrememesini gerektirir. Hem cesaretli olacaksın, hem elin titremeyecek. Zor iş.

Sonra alıp o rengarengi bir kağıda aktarırsın. ( Renk kağıda geçtiğinde pür-u pak olur su. )

Her ebruyu sadece bir kez görebilirsin, hiç biri diğerine benzemez. Desen desen desen değil, değil desen resmen desen. İş bu şekil, kelama sığmayacak bir bilmecedir.

Kül

Yanmışa delalettir. Yanıp tükenmişliği gösterir. Ateşi ve dumanı kapsar. Hararettir. Kırmızıdır. Yanmışlıktan yola çıkarak bir zamanlar var olmuşluğu barındırır. Eskiyi, geçmişi ve tüm bunların içinde, zamanı düşündürür. Ölümdür. Yokluktur. Geri dönmemektir. Kirdir. Pistir. Bulaşması, taşması, dökülmesi istenmez. Kötü kokar. Ateşten yola çıkarak acıyı, dumandan yola çıkarak korkuyu, nefessizliği, boğulmayı anımsatır.

Uzak ve musikişinas yaklaşımla Duman konserine, rock müziğe varılabilir.

Yakın ve temasperver bir yaklaşımla, elinizi simsiyah yapar.

Kül, kül olanın bir daha asla var olmayacağını söyler.

31 Mayıs 2007

İnternette Nefret Ettiğim 10 İnsan Tipi

10. Forward adı verilen mesaj yönlendirmeleri sırasında mesajların başındaki > işaretlerini silmeyenler

9. Mesajda sadece bir adres ya da dosya gönderip, ne olduğunu açıklamadan, mutlaka bakın diyenler.

8. Basit bir mesaja çiçekler böcekler kelebekler ekleyerek fuzuli hat işgali yapanlar.

7. Mesajlarının altında "bu mesaj kurumumuzu bağlamamaktadır" tarzı yazılar bulunanlar.

6. Tek kelimelik ya da işaretlerden oluşan mesaj gönderenler ve yanar döner resimleri imza niyetine kullananlar.

5. V yerine W , Ş yerine $ vb. gibi bozuk ya da bUNa BenZeR tArZDa abuk sabuk yazım şekilleri kullananlar.

4. Özellikle gruplara, her sabah günaydın mesajı gönderenler.

3. Mesajın altına "bunu listenizdeki herkese gönderin" yazanlar

2. "Bunu listenizdeki herkese gönderin" mesajını alınca listelerindeki herkese gönderenler

1. Bir yerde gördüğü eposta adresini hemen listesine ekleyip, eline geçen otu boku hemen ona da göndermeye başlayanlar

29 Mayıs 2007

Gerets gözyaşları ile ayrılmış

Hürriyet Gazetesi böyle bir haber vermiş : "Eric Gerets, Galatasaray'dan ayrılmadan önce hüzünlü bir veda konuşması yaptı. Gerets'in gözleri ıslandı." Hayır adam ne zaman güldü ki Galatasaray'da ayrılırken ağlasın.

Zaten "ıslandı" demiş gazetede de, belki de flaşlar gözünü almıştır.

E sen yıllar önce rakip takımda sahaya çıkacağı zaman, bütün tribünlerdeki izleyicilere, "bu adama böyle bağıracağız" diye üzerinde "ay fak geretz" yazan kağıtlar dağıttığın adamı alıp teknik direktör yaparsan olacağı budur. İyi yine 3. oldular.

28 Mayıs 2007

10 Günde 10 Kilo Vermenin 10 Yolu



10 Günde 10 Kilo Vermenin 10 Yolu konusunda en ufak bir fikrim yok. Böyle bir kaç yol var mı bunu da bilmiyorum. Ama varsa bile çok sağlıksız birşeydir 10 günde 10 kilo vermek, aklınızda bulunsun.

Başlığı sadece dikkat çekmek için yazdım. E madem ki çekmişim dikkatinizi, haydi siz de ona katılın okuyun bakalım neler yazmışım.

Diyet ya da rejim olarak bilinen ve nedense "alınmış kiloları geri verme" olarak değerlendirilen fenomenden bahsetmek istiyorum bu gün.

Öncelikle bir konuya açıklık getirmek isterim ki "alınmış kiloları geri vermek" kesinlikle söz konusu değildir. Sadece "kilo" olarak adlandırılan ve oranızda buranızda birikmesinden hiç de memnun olmadığınız "yağ" dokusunu eritiyorsunuz. Bu eriyen doku da, doğal yollarla vücudu terk ediyor. Kimseye bir şey vermiyorsunuz.

Vermiyorsunuz derken diyetisyenlere ( neden rejimisyen de denmiyor acaba), sizi zayıflatmayı vaadeden ilaçlara ( ki bunlar söz konusu firmalarla tuvalet kağıdı firmaları tarafından ortak olarak üretiliyorlar), sizi şişmanlatmayacağını ama tok tutacağına yemin eden bilimum gıda maddesine bir sürü para veriyorsunuz tabi.

Üstelik de bu parayı, vakti zamanıdna para vererek aldığınız, afiyetle yediğiniz ve vücüdunuzda kilo olarak biriken şeyleri yok etmek için veriyorsunuz. Hayır, insanın kendi evindeki tuvaleti paralı yapması gibi bir olay bu. Neyse felsefî irdelemeye daha fazla girmeyeyim..

En sevdiğiniz pantolonunuz, artık içine giremediğiniz için en nefret ettiğiniz pantolonunuz olup da en sevmediğiniz o eski pantolonunuz içine tek girebildiğiniz favori pantolon haline geldiğinde; kemerinizi görerek değil de el yordamıyla bağlamaya ( kemer ne yapılır sahi ? bağlanır ? iliklenir ? kapatılır ? ) başladığınızda; çok yemek yedikten sonra ovuşturmaya başladığınız göbeğiniz artık ovuşturulmak için ikinci bir ele hatta kişiye daha ihtiyaç duyduğunda; eskiden bir jiletle 3 defa traş olabildiğiniz halde, artık her traş için yeni bir jilet kullanmanız gerektiğinde anlarsınız ki vücudunuz eskisinden daha genişlemiş ve artık yediklerinize dikkat etmeniz lazım.

Zaten bir süredir "dana gibi oldum oğlum sen" ile "siz biraz kilo mu aldınız efendim son zamanlarda" arasında değişen şekillerde size yapılan geri bildirimler de bunu işaret etmekteydi. Zaten sizin "yemekten sonra oluyor" diye düşündüğünüz "şişkinlik" hem her daim olmakta, hem de göbekten yanlara, yukarılara ve hatta yanaklara ve hatta hatta gıdı olarak bilinen ve eskiden kravat takmak için elinzle geriye itmenize gerek duymadığını o şirin bölgeye doğru yayılmaktaydı. Zaten beyefendiciğim, eskiden sütyen takmaya ihtiyaç duymuyordunuz.

Sizin ısrarla "iki gün az yesem çıta gibi olurum" dediğiniz vücut ölçünüz son 1 haftadır kimselere çaktırmadan "az" yemenize rağmen hala bir kalas için bile yontulması gereken boyutlarda duruyor ve en acı olanı basküle çıktığınızda kadranı göremediğiniz için durumun vehametinin sayısal değeri hakkında da bir bilgi sahibi olamıyorsunuz.

Ve bu saydıklarım ya da benzer başka sebepler sonucunda zayıflamaya karar veriyorsunuz.

Zayıflamanın ilk aşaması "düzenli yemek yersem zayıflarım" olarak bilinen, kilolarından şikayetçi olduğunu kimseye ( ve hatta kendine bile) çaktırmadan dahil olunan eylemlerden oluşur. Ama çok kısa bir sürede bunun hiç bir işe yaramadığı anlaşılır ve bir sabah Müsleheddin Efendi'nin getirdiği çayın yanındaki şekerler tepsiye burakılmak suretiyle "diyet" herkese ilan edilir.

Bu kritik nokta atlandıktan sonra ne tür bir rejim yapacağınız konusu, siz hariç herkesin tek amacı olur. Üstelik dünya üzerindeki rejim "tarfileri", "günde 72 öğün istediğini ye" ile "haftada tek öğün, sadece süt" arasında değiştiği için bu iş onlar büyük bir kaosa dönüşür. Sizin için ise büyük bir kabusa. Etrafınızdaki insanların nasıl birer diyet uzmanı olduklarına şaşırıp kalırsınız.

Sizin yemeklerden uzak durmak istediğiniz o kritik anlarda saatte 4 kişi ortalamasıyla birisi size " yeğenimin bir arkadaşı vardı, adı asuman, bir diyetisyene gitmiş acayip kilo vermiş" , "köfte ile sarmısak yersen kilo aldırmıyor benim halamgil bu sayede 1 yılda 12 kilo verdi" , "iki litre saf alkol alıp içine kirpi idarı karıştırıyorsun, bunu 3 ay dolapta bekletiyorsun sonra her sabah 1 kaşık içiyorsun, diyete bile gerek yok çakı gibi olursun", "yeğenimin diyetisyene giderek kilo veren arkadaşı asuman, şimdi mankenlik yapıyor" , "abi peyniri böyle tavada çeviriyorsun o biraz eriyor, içine bol kıyma, iki de yumurta kırıyorsun, sonra bombolobülübülü alkoloidi alıyorsun ondan bir kaşık ekliyorsun buna, onu yiyorsun harika bir şey" , "ebegümecini haşlayıp suyunu iç", "ya sabah geciktim kusura
bakmayın, yeğenimin bir arkadaşı vardı asuman, o vefat etmiş, gencecik kız, cenazeye gitmem gerekti" tarzında tarifler veriyor.

Bu arada sizin duyup sevip benimsediğiniz bir program zaten var ama her tarifle o biraz daha "güme" gidiyor. Hem karnınız açıkıyor hem de bu kadar çok rejim alternatifi olmasına rağmen, hala bu kadar çok şişman insan olduğunu görerek umudunuzu yitiriyorsunuz. Siz yemekten uzak durmak isterken, muhtelif rejim önerileri altında günde onlarca menü kulağınızın önünden geçiyor. E beyin de iki kulak arasında malum... ( arş: iki arada bir derede kalmak)

Sizin diyetiniz başkalarının derdi olmaktan çıktıktan sonra, siz de artık planladığınız diyeti rahatlıkla uygulayabilmeye başlıyorsunuz. Ama bu da kısa sürüyor. Zira çok az bir zaman sonra sizin diyet amacıyla yaptığınız her davranış çevrenizde sessiz bakışmalara neden oluyor. Ve bu bakışmaların altında yatan anlam ise hep aynı : "Hiç bir işe yaramıyor, benim dediğimi yapsaydı şimdiye incecik olmuştu"

Siz bütün bunların arasında inatla aklınıza koyduğunuzu yapıyorsanız, kilo konusunda bir gerileme kaydetmeseniz bile sabır olarak büyük bir ilerleme kaydediyorsunuz. Sonuçta belki amaçladığınız kadar kilo veremiyorsunuz ama sakin ve huzurlu birisi oluyorsunuz.

Yok eğer bir kaç gün sonra , açlık ve sinir birleşiyor ve oda arkadaşlarınızdan birisine saldırıp ısırmaya başlıyorsanız, öğlen pastanede bekliyorum sizi; ben de az önce müdürü yedim.

16 Mayıs 2007

Sorular - Edebiyat Alemi

Birden aklıma gelen bir kaç soru. İlginç bulacağınızı umarım.

Soruların cevapları hemen altlarında beyaz olarak yazılmıştır. Boyayarak görebilirsiniz.

1. Halikarnas Balıkçısı olarak bilinen yazarımızın gerçek adı nedir ? Adı hadi neyse de, soyadını doğru biliyor musunuz bakalım.

Odamın kapısında iki kişi, nereden akıllarına estiyse, Halikarnas Balıkçısının soyadını tartışıyorlardı Karaağaçlı mı, Kabaağaçlı mı diye. Oradan esti aklıma, ilginç olduğunu düşündüğüm bir kaç soru sormak istedim. Sorunun cvabı : Cevat Şakir Kabaağaçlı

2. Ümit Yaşar Oğuzcan'ın oğlu ile ilgili bir şeyler biliyor musunuz ? Adı nedir, Galata Kulesi ile bağlantısı nedir, onun için şiir yazmış mıdır ?

Ümit Yaşar'ın Galata Kulesi isimli şiiri

"6 Haziran 1973
Pırıl pırıl bir yaz günüydü
Aydınlıktı, güzeldi dünya
Bir adam düştü o gün Galata Kulesinden
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Ömrünün baharında
Bütün umutlarıyla birlikte
Paramparça oldu
Bir adam düştü Galata Kulesinden
Bu adam benim oğlumdu "

diye başlar. Hikakeyi bilmeyenler için ciddi bir tokat gibi çarpar bu bendin son iki dizesi insanın yüzüne. İsim için de aynı şiirin son bendini gödereyim.

"6 Haziran 1973
Galata Kulesinden bir adam attı kendini
Bu nankör insanlara
Bu kalleş dünyaya inat
Şimdi yine bir ninni söylüyorum ona
Uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat. "


3. Orhan Veli nasıl ölmüştür ?

Beyin kanamasından ölümüştür. Ama tabi benim asıl dile getirmek istediğim " belediyenin açtığı bir çukura düşerek" cevabıydı. Üstad Ankara'ya bir ziyaretinde gece vakti çukura düşmüş. Başına aldığı darbeyi önemsemeyerek ilgilenmemiş, bir kaç gün sonra İstanbul'da br arkaşadışının evinde fenalarşarak hayatını kaybetmiştir.

4. "Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış" hangi eserde geçer ?

Han Duvarları


5. İmzası sigara içen, şapkalı bir adamın profiline benzeyen şairimiz kimdir ?

Cemal Süreya

6. Eski inanışta kitapların kurtlanmasını ve zarar görmesini engelleyen bir cin olduğu rivayet edilirmiş. Her kitabın başına "ya..." diye bu cinin adı yazılırmış. Bu cinin adı nedir ?

Kebikeç

7. İçinde hiç e harfi bulunmayan bir kitap vardır, adı nedir, kim yazmıştır ? (Türk yazar)

Bahsettiğim kitabın adı "e'siz potkal" Ersin Tezcan tarafından yazımıştır. 1997 yılı Aralık Ayında "e yayınları" tarafından yayımlanmıştır.

8. Özdemir Asaf ile Beyaz'ın ( Beyazıt Öztürk) ortak özelliği nedir ? :)

Sözlü iletişimde r harfini kullanmazlar.

9. "İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kerre" dizesinde ismi ( mahlası) saklı olan divan şairi kimdir ?

Nâbi. "İki yok" derken eski dildeki yokluk/olumsuzluk anlamı veren ekleri kastetmiştir. na ( natamam, namüsait) ve bi ( biçare, bikarar)

10. Cemal Süreya ve Süreyyya Evren isimleri arasında Y harfi ile iligli olan bağlantıyı biliyor musunuz ?

Cemal Süreyya bir arkadaşıyla girdiği bir iddia sonucnda adındaki bir harfi atarak Cemal Süreya olmuştur. Bunu "Elma" isimli şiirinin son dizesinde "Adımın bir harfini atıyorum" diyerek dile getirir. Yıllar sonra Süreyya Evren isimli yazar ise "ben de bu y yi alı adıma eklerim diyerek" Süreyyya Evren olmuştur.

10 Nisan 2007

Dilimiz : Yanlış Kullanılan Kelimeler

“Efendim, dilimizde kelimelerin yalnış kullanılmından nasıl muzdaribim anlatamam. Ama sanıyorum yanlız bana veriyor bu ızdırabı, çünki görüyorum ki benden başka takan yok. Özellikle dilimizde mevcut canım kelimelerin yerine yabancı dilde tekamül edenleri kullanmak modası aldı başını gidiyor. Saymaya kalksak rakkamlar yetmez. Durum tehammül edilemez bir hal aldı. Dilimizin tekabülü ve akibeti ve olacak çok merak ediyorum. İşte bugünki yazımı bu münhal üzre yazmak isterim.”

Yukarıdaki yazıyı okuyup da “hay ben senin Türkçene..” diyenlere öncelikle teşekkür ederim. Yukarıdaki yazıyı okuyup da bir şey demeyenlere ise teessüf…

Evet bu yazı, dilimize sıklıkla yanlış kullanılan kelimeler üzerine olacak. Ve ilk paragraf da bu yanlış kullanımlarla dolu. Bir sürü kelime yanlış yazılmış ya da yanlış şekilde/yerde kullanılmış. Sizden rica etsem bir daha okuyup “kelime hatalarını” bulmaya çalışır mısınız ?

Ben ricamı kırmayıp tekrar ve daha dikkatli okuduğunuzu varsayarak, ufak ufak anlatmaya başlayayım; aklım erdiği, dilim döndüğünce...

İlk düzeltmem biraz tekerleme şeklinde olsun istedim : Yanlış kelimesinin yalnış şeklinde yazımı yanlıştır. Karışıklığa mahal vermemek için bir daha söylüyorum, kelimenin doğrusu : YANLIŞ
Bu arada “mahal vermemek” yerine, “neden olmamak” deseydim daha da güzel olurdu değil mi…

Yukarıdaki paragrafta yanlız olarak yazdığım kelimenin doğrusu ise YALNIZ.

Gelelim “ıstırap – mustarip” ikilisine. Izdırap, ıztırap, ızdırab vb. bir sürü yanlış yazımı ve söylenişi var bu kelimenin. E buna bağlı olarak da “ıstırap çeken” anlamındaki muzdarip, muzdarib vb. kelimesi de muhtelif şekillerde kullanılıyor. Doğruları ISTIRAP ve MUSTARİP.

Çünki yazmışım doğrusu ÇÜNKÜ olacak, elimi eşek arısı sokacak. ( Yaygın kullanılanın aksine eşşek değil de EŞEK. Ş sayısı sinirle söylendiği zaman, asabiyetle doğru orantılı olarak artabilir.)

Bir de bu tekamül – tekabül olayı var. Nedense bu kelimeleri kullanmak arzusuyla yanıp tutuşan ama hem yanlış yerde hem de yanlış söyleyişle kullanan br sürü kişi var. Hemen bakalım hangisi ne demekmiş :

TEKÂMÜL : İkinci hecedeki a ince ve uzun olarak okunur. “Olgunlaşmak ve gelişmek” anlamındadır.

TEKABÜL : İkinci hecedeki a kalın ve uzun okunur. “Karşılama, karşılık olma” anlamındadır.

Yukarıdaki hatalı kullanımlarına gelecek olursak :
“…kelimelerin yerine, yabancı dile tekabül edenleri kullanmak…” ve
“Dilimizin tekâmülü ve akıbeti….” olmalıydı.

Bu arada farkındaysanız AKIBET de yanlış yazılmış. Ne kadar cahilim

“Saymaya kalksak rakkamlar yetmez.” cümlesi ise adamı astıracak bir cümle. Öncelikle doğru kelime RAKAM olmalıydı. Diğer bir hata ise sayma işinin sayılarla yapılması, rakamlarla değil.

Aklınıza takılırsa diye yazıyorum ( benim takıldı çünkü) : “Yazmaya kalksam harfler yetmez.” ile “Yazmaya kalksam kelimeler yetmez.” arasında bence çok fark var. Ve ikincisi edebi olarak da mantıksal olarak da daha güzel. ( “cuk orutuyor” da derler)

Bakalım başka neler yumurtlamışım. “Bugünki” yazmışım; elim kırılsın BUGÜNKÜ olacak. Tehammül kadar başıma taş düşsün, doğrusu TAHAMMÜL olacak. “Münhal üzre” bir yazı yazmışım, beni o kalemin yapıldığı ağaçla dövseniz bile az.

Münhal kelimesi “boş, açık müsait ( kadro, yer, durum)” anlamındadır. Kullanılması gereken doğru kelimeler “MİNVAL ÜZERİNE” olmalıydı. Minval ise “yol, biçim, tarz” anlamındadır. Tabi buna da ne gerek var, “bu konuyla ilgili” yazsana be adam herkes anlasın.

Paragrafta bilinçli olarak yaptığım yanlışlar bu kadardı. Bilmeden yaptıklarımı ise bulmak size kalsın

Burada yeri gelmişken ( gelmedi aslında ben getirdim, siz de geldiniz ) bir kaç kelimeden daha bahsedeceğim.

“Şarz etmek” diye bir ifade aslında yok biliyor musunuz ! En sık yanlış kullanılan kelimeler sıralamasında birinciliği daha yılarca başka hiçbir kelimeye kaptırmayacağından emin olduğum, neredeyse herkesin kullandığı ve oysa benim telaffuz etmekte bile zorlandığım sarz kelimesinin doğrusu ŞARJ. Eller telefonunu şarj ederken, biz daha hala şarz edersek ( hatta benim canımım içi sevgilim, uçaktan indikten sonra 7 saat boyunca açmayı unutrak beni meraktan çıldırtırsa ) onlar aya giderken biz şehir içnde kaybolmaya devam ederiz. (Tamam sevgilim telefonu açmadı diye ben kaybolmam; ama beni de uyku da tutmaz, sabahı sabah ederim. Ayrıca ben onu çok özledim ve ee... öhm)

Öhm.. Ne diyorduk ?

Bir de bu cami kelimesi var. “Camisi” yerine sıklıkla camii hatta camiî yazılması yetmiyormuş gibi bazen cami yerine bile camiî kullanılıyor. Kelimenin doğrusu CAMİ. Ama sonuna getirilen –i takısı konusunda TDK bile –i ( camii) ve –si ( camisi) takılarını birlikte veriyor.

Geçenlerde kaparo sözcüğüne takıldım. TDK’nın evimdeki sözlüğünde ( 8. Baskı) kelime “kaparo” olarak veilmiş ama internet sitesinde “kaporo” olarak geçiyor. Genellikle “kapora” olarak kullanımı da yaygın. Diğer sözlüklerle ve etimolojisine de bakında KAPARO oy birliği ile önde. TDK’ye konuyla ilgili bir mesaj da yazdım ama henüz ses sadâ çıkmadı.

Bu arada kelimenin doğrusu “sadâ” değil SEDÂ :)

Son olarak askere gidenlere dilenen şeye ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Hadi kendinizi sınayın bakalım : TESKERE mi TEZKERE mi dilersiniz ?

“Hayırlı teskereler canım kardeşim.” mi yoksa “Hayırlı tezkereler olsun ağabey.” mi ?
Eğer “teskere” dilediyseniz ve karşı taraf “Sana olsun o teskere, hıyar herif !” derse sakın kızmayın. Çünkü siz ona “sedye” dilemiş olduğunuz. Hani “tez vakitte vurulursun inşallah“ gibi bir şey. Dilemeniz gereken şey ( aslında gönlünüzden geçen) TEZKERE idi.

Tabi, Allah muhtaç etmesin ama ihtiyaç olduğunda sedyeyi de tez vakitte bulurlar umarız ki.

Eh, bu sefer ki gevezeliğim de bu kadar işte.

Bizde adettir birinin yanlışını söylerken, başka şekilde de bir sürü yanlış yapılır. Muhtemeldir ki ben de muhtelif hatalar yapmışımdır başkalarınınkileri düzelteyim derken. Affola. Yazım hataları dışındakileri açıklamalarıyla/kaynaklarıyla bildirirseniz hem hemen düzeltirim hem de memnun olurum

Yazı biterayak bir şey daha eklemek isterim. Piyasada bir sürü “doğru yazalım, doğru konuşalım” türü kitap var. Üstelik bunların hepsi de gerçekten dilimize çok emek vermiş işini çok iyi bilen insanlar tarafından yazılmış/derlenmiş. Ama bazılarında belli konularda çelişkiler görülüyor. Üstelik TDK’nin önerdiğinden çok daha mantıklı gelen ya da daha sağlam temellere dayanan açıklamalarla.

Ben bazen ikilemde kalıyorum. (Aslında okurken muallakta kalıyorum da yazarken ikilemde kalıyorum. ) İfadelerini sevdiğim, düzeltmelerinden çok şey öğrendiğim, tarzını örnek aldığım bir yazarın bir açıklaması TDK ile çelişiyor ve üstelik onunki doğru geliyor. Ne yapmak lazım ?

Şöyle düşünüyorum : “Herkes bir yazarı doğru belleyip onun söylediklerini benimser ve kullanırsa, birlik sağlanamaz, iş iyice çorbaya döner. O yüzden çelişkili durumlarda TDK’yi doğru kabul ediyorum. Zira şüpheye düşen birisinin başvuracağı kaynak da büyük ihtimalle TDK’dir.”

Peki siz TDK kısaltmasını, nasıl okuyorsunuz ?

28 Mart 2007

Çocuklar zekalarını kimden alıyor ?

Bir televizyon reklamında çocuğun yaptığı her olumlu şeyde "işte zekasını benden almış diyen" babaya inat, reklamın sonunda bir dişil dış ses "üzgünüm ama şimdiki çocuklar zekalarını artık anneden alıyor" diyor.

Amaç reklamı yapılan ürünün zeka geliştirdiğini ifade etmek.

Buradan çıkan ilk sonuç bu reklamı yapanların o üründen tüketmediği ...

Ve lakin benim asıl merak ettiğim o dişil dış sesin söylediği "artık" lafı.

"Eskiden babalarından alıyorlardı ama artık annelerinen alıyorlar" mı diyor yani ?Yoksa sadece bu ürünü kastederek söylenmiş bir laf mı bu ?

Ama o zaman da ürün çıkalı birkaç ay olmuş, reklamdaki çocuk dana boyutlarında, ne zaman aldı o zekayı ? Tek dozda o kadar zeka veriyorsa, siz sevgili reklamcılar, neden yemediniz ondan, yağmasa da damlardı ?

Eninde sonunda reklamdır, fazla takılmıyorum, derdi "aha ürün, bunu alın" işte demekten başka bir şey değil.

Televizyon seyretmeyen biri olarak benim dahi dikkatimi çekmeyi başaracak bir reklam yapmışsınız, bu saçma kurgudan dolayı ben daha hala ürüne odaklanamadım. Reklamı biliyorum ama neyin reklamı onu bilmiyorum...

Şimdi bu bir reklam başarısı mı ?

Erkek erkeğe Mutfak Sohbetleri : Makarna


Başlığı görür görmez anladınız değil mi olayı :) Size bugün makarna tarifi vereceğim. En kolayı o zira.
Efendiiim, öncelikle bir paket spagetti tabir edilen ( neden çubuk demeyelim buna) makarnadan alınır. Geçmiş tecrübelerimiz makarna konusunda bize belli bir uzmanlık vermiş olsa da yine de paketin üzerindeki pişirme talimatı okunur. Makarna pişirme konusunda bir gelişme yaşanmadığı görülerek mutlu olunur.

Evdeki en büyük tencereye alabildiğince su koyulur ve ateşin üzerinde kaynamaya bırakılır. ( ki bu tencere hiç bir zaman makarna pakedinin üzerinde yazan kadar büyük olamaz. "yaklaşık 5 litre suya" diyor adamlar, evdeki akvaryumda bile 3 litre su var. e yani) Kaynama kısmı çok önemlidir. Zira kaynamamış suya ( soğuk demeye dilim varmadı ama herkes acemi oldu değil mi bir zamanlar) atılan makarnaların, makarna olmaktan vaz geçerek birbirleriyle birleşme ve bir hamur yumağı olma eğilimleri olduğu "ülen bir makarna yapmak ne kadar zor olabilir ki" diye mutfağa gidilen ilk makarna yapma deneyiminde bizzat öğrenilmiştir.

Su kaynamaya yakın içine bolca tuz atılır. Eğer makarnanın tencerenin dibine yapışmasından endişe ediliyorsa bir miktar sıvı yağın da suya katılması anlayışla karşılanmaktadır. Bu yağ olayını öğrenene kadar 1 paketten 1 porsiyon bile makarna çıkaramamış olmanız sizin kabahatiniz değildir. Suyun kaynadığı, ciddi ciddi fokurdadığı görüldüğünde makarnaları içine atma vakti geldi demektir.

Burada cins ve acemi bir erkek makarnaları tek tek atma eğilimi sergiler. Bu yaklaşımla son makarnaya gelindiğinde ilk 25 makarna eriyerek suya karışmış ve ondan sonraki makarnalar da muhtelif kıvamlarda pişerek "makarna pişirmenin 40 yolu" isimli kitaptaki her bir yola ait örnekler haline gelmiş olurlar. Bu durumdaki makarna "anneminki daha güzeldi sanki yahu" içsel düşüncesiyle yenebilir durumda olmakla birlikte, sindilirilebilir olma özelliğinden çok şey kaybetmiştir. Tabak bittikten 30 dakika kadar sonra "elle göbeği ovuşturma" seromonisi sizi beklemektedir.

Kaynayan suya bütün makarnaları birden atmak gerekmektedir. Lakin bu çubukların tencereden uzun olmaları gibi bir durum söz konusudur. Bu durumda acemi erkek:

1. panik yaparak dışarıda kalan uçları şiddetle bastırmak suratiyle tencereyi devirmek
2. makarnayı kırıp öyle atma düşüncesiyle geri çıkarmaya çalışmak
3. kaşık ya da adı bilinmeyen bir mutfak aletiyle hızla vurarak ortalığı batırmak
4. daha büyük olduğunu düşünülen ve kesinlikle daha küçük olan bir tencereye ( bkz : erkeklerde görsel algı ve farazi oransal yorumlama) suyu ve makarnaları aynı anda boşaltmaya çalışarak ocağı, halıyı, fırını, pantolonu ve atleti ( erkek adam atletsiz yemek pişirmez) eğer akıl edebilmişse mutfak önlüğünü, akşam yemeğini ve her iki tencereyi çok uzun bir süre kullanılmaz duruma getirmek
5. ikinci dereceden az olmamak kaydıyla vücudunun en az %2 'sini yakmak

şeklinde genellenebilecek davranışlardan en az birini birini sergiler.

Oysa bu davranışları daha önce sergilemiş olan tecrübeli erkekler, makarnaların dışarıda kalan uçlarında sakince bastırıldığında, bir süre sorna ( ki bu pişme süresi dahilinde kabul edilebilir bir süredir ) makarnaların aynı sakinlikle tamamen tencerenin içine girdiğini bilirler.

Makarnalar suya başarıyla sokulduktan sonra erkeğin temel endişesi süredir. Üzerinde 7 ila 9 dakika arasında yazan zaman dilimi daha önceki tecrübelerinde 15 ile 42 dakika arasında denenmiş ver her seferinde farklı sonuçlar alınmıştır. hatta bu sonuçların bazıları üst kattaki komşunun itfaiyeyi araması şeklinde bile olabilir. Zira "erkeğin el kitabı"nda "7 dakikada neler yapılabilir" başlığı altında yer alan hiç bir seçenek, bir erkek tarafından 7 dakikada tamamlanabilecek bir şey değildir. Ya sadece bakmaya gitmişken televizyona dalar, ya elimi yüzümü yıkayayım derken oradan küçük abdeste oradan da büyük abdeste geçiş yaparak dergideki son teknoloji haberlerine dalar, epostalara şöyle üstünkörü bir bakayım derken gözü yanıp sönen bir a/s/l mesajına takılır, ona cevap verir falan filan....

Ama tecrübeli erkek bilir ki : "yemek pişerken, süreyle ilgili bir olay söz konusuysa gözünü yemekten ayırma". Yine bilirler ki "mutfakta ne kadar hızlı dolaşırsan dolaş pişme süresi sabit kalır."

Bu süreçte "pişmiş midir ki artık" kontrolü erkeğin yaş ve tecrübe durumuna göre metal çatalla tadına bakarken dudaklarını yakmak, cama yapıştırmak, tavana yapıştırmak, bir diğer arkadaşa tattırmak, tabağa koyup tabağı yan çevirerek kayıp kaymadığına bakmak, havaya atıp tutmak ya da tutamamak, kız arkadaşın bluzundan içeri atmak ve tahta kaşıkla tadına bakmak seçeneklerinden bir ya da bir kaçıyla yapılır.

Piştiğine kanaat getirildiğinde ise acemi erkekler tarafından hemen, tecrübeli erkekler tarafından ise 1-2 dakika daha beklenerek ateşten alını. Zira tecrübeli erkek "tek pişmiş olan makarna sizin kontrol ettiğinizdir, diğerleri kesinlikle henüz çiğdir" şeklindeki Murphy kuralını ve Murphy'nin de bir erkek olduğunu bilir.

Ateşten alınan makarna, makarna süzgeci isimli alete küllüyen ve bir çırpıda ve korkmadan boşaltılarak süzülmek zorundadır. ("Suyu çekinceye kadar" tarifi pilav içindir arkadaşım...) Bu süzme işlemi sırasında süzgecin lavabonun içinde olması en akıllıca olanıdır. Makarna süzgecine ne gerek var hepsi süzgeç değil mi işte diye evdeki başka bir süzgeci de kullanabilirsiniz. Lakin bu süzgeç eğer tel süzgeç gibi sık delikli bir süzgeç değilse o zaman lavabonun çok temiz olmasına fayda var. Zira gözünüzün önünde süzgecin delikleri arasında süzülerek süzgeçi terkeden ve sizi "aaa aaa anaaa aa aa aaa" diye bağırtan makarnaları o lavabodan tek tek toplamak zorundasınız demektir. Ve evet o makarnalar acayip bir şekilde yapışırlar lavaboya...

Eğer makarna süzgeci kullanmışsanız, bir takım asi makarnaların bu süzgeçten kaçmaya çalışması ve değişik uzunluklarda saçaklar oluşturması normal bir davranıştır. Bu saçaklanmış makarnaları tercihen uzun olan taraftan çekerek ( evet elinizle, korkacak bir şey yok. makarna onlar. biraz sonra yiyeceksiniz hatta) tencereye atmanız, "lavaboya değmiş midir, pis midir" düşüncesine kapılacak kadar titizseniz, önce şöyle bir sudan geçirmeniz de makarna yaparken kabul edilebilir bir davranıştır.

Makarnaları şu ya da bu şekilde süzdükten sonra annenizin yöntemine göre soğuk sudan geçirebilir ya da geçirmeyebilirsiniz. Bu size kalmış.

Sonra az önceki tencereye ( eğer hala kullanılabilir durumdaysa) zevkinize göre bir miktar yağ (tere, sıvı, mısır, zeytin, soya, boya ( karışır bazen korkacak bir şey yok) vb.) koyarak yağ ısınınca ( rengi değişince ısınmış değil yanmış oluyor) süzülmüş makarnayı boşaltıyoruz. Beyler, burada önemli bir püf noktası var : makarnalardan ne kadarı tencerenin içine girerse o kadar çok makarna yiyebilirsiniz. ( ayrıca bakınız : halı üzerinde ezilmiş, haşlanmış makarna temizleme kılavuzu )

Burada artık süre falan yok, şöyle 1-2 dakika çevirip kapatın tencerenin altını, yeter artık daha fazla atraksiyona gerek yok. Makarnanız pişti ve yenmeye hazır.

Mutfak hala kullanılacak haldeyse isterseniz sos falan da hazırlayabilirsiniz ama sakın bana güvenmeyin o konuda. Sevmem de, yapmam da, yemem de...

Bütün bunlardan sonra makarnanızı yenebilir bulduysanız ve yediyseniz, makarna pişirdiğinizi arkadaşlarınıza söylediğinizde "makarna pişirilmez haşlanır" diye bir laf duyacaksınız ki bu aynı "ney çalınmaz üflenir" gibi bir şehir efsanesidir. Takmayınız kafanıza.

Çubuk makarna dışında burgu, fiyonk, erişte, yüksük, boncuk, kelebek, mantı, dirsek, çarliston, petek, bukle, lazanya, şapka, teker, sebzeli, kepekli, veronelli, hayvancıklı, harfli gibi isimleri olan bir çok çeşit makarna daha bulunmaktadır. Ayrıca bu makarnaların numaraları, ince ve kalın kesim gibi çeşitleri falan da olabiliyor. Bu ürünler de aynı şekilde pişirilirler. Sadece süre kısmında küçük değişiklikler olabilir ki bunlar da paket üzerinde yazar.

Beyler; ellerinize sağlık, cümleten afiyet olsun :)

6 üstü yarışma

Digitürk müstakil bir kanal daha "yarattı" : TürkMAX.

Hem "Türk" hem de "MAX" nasıl oluyor, o "X" Türkçenin neresinden geliyor, orasını kime sormalı acaba !!!

Bu kanalda "6 üstü yarışma" adında bir yarışma programı başladı.

Kanal, bahsi geçem yarışma için "Arkadaş gruplarının, ev toplantılarında bir araya geldiklerinde oynadıkları oyunlardan esintiler taşıyan rengârenk bir yarışma programı. Programın sunuculuğunu, sevilen oyuncular Deniz Özerman ve Belit Özükan üstleniyor. Kendilerinin de katılacakları bu keyifli yarışma boyunca, akışı idare eden ve gerektiğinde müdahelede bulunan, esprili bir ses de varlığını hissettiriyor...

Yuvarlak bir masanın etrafında ev sahipleriyle birlikte dört ünlü daha oturuyor. İki takım halinde yarışan altı kişinin her birinin arkasında, diğer yarışmacıların görebildiği fakat kendisinin göremediği bir ekran bulunuyor. Yarışma boyunca altı farklı oyun oynanıyor ve yarışmacılar, öteki monitörlerden yola çıkarak kendi arkasındaki ekranda yer alan nesneyi, sözcüğü, cümleyi veya resmi tahmin etmeye çalışıyor. Kimi zaman da diğer yarışmacılara ekrandaki görüntüyle ilgili sorular sorabiliyor, ipuçları alabiliyor... Kısacası taklide, hızlı düşünmeye ve anlatmaya dayalı olan “6 Üstü Yarışma”, ev ortamında keyifli bir oyuna dönüşüyor...
" şeklinde bir açıklama getirmiş.

Eh reklamlar güzel, tanıtım güzel, sunuculardan en az bir tanesi güzel seyredeyim dedim.

Çok fazla özelliği olmayan ve bir bölümü de tabu isimli meşhur oyundan "aparılmış" bir yarışma, kazanmak için bilgi gerektirmiyor ve bana fazla keyif vermedi.

Ayrıca meşhur olmaktan ziyade bir sanatçı kişiliği de olan bazı kişilerin ne kadar "boş" ve "kıt" olduklarını göstermesi açısından, belki sosyolojik bakımdan farklı olarak da değerlendirilebilir.

Yarışmanın bence genel yapısı bu olmakla birlikte asıl bahsetmek istediğim özelliği "curcuna" kısmı.

Tanıtımında da denildiği gibi "Arkadaş gruplarının, ev toplantılarında bir araya geldiklerinde " kısmı oldukça ön plana çıkmış. Nasıl bir gürültü, nasıl bir kargaşa anlatmak mümkün değil.

Yeri geliyor 6 kişinin hepsi aynı anda, bağıra çağıra konuşuyor. Yeri geliyor hepsi birden bağrışıp ortalığa latifeler saçıyor. Elim ses düğmesinde anca seyrediyorum...

Hani yarışmacılar buna uymuyorlar, spikerler ne güne duruyor. Hadi spikerler acemi e yönetmenler ne işe bakıyor; anlamadım gitti.

Bu "arkadaş muhabbeti" bir apartmanda yapılsa 1 saat dolmadan karakolluk olurlar cümleten.

Onu bir söyleyeyim demiştim....

Dört ve Cıhar Üzre


Dört bildiğimiz dört değil mi efendim. Peki cıhar nedir ? O da bildiğimiz dört, dördün Farsça olanı. Daha doğru okunuşuyla "çehar".

Nereden biliriz efendim biz bu dörtcıharı, tavladan. Neresinden, 4-4 (::-::) gelmesinden. Ayrıca cıharıyek ( 4-1), cıharıdü (4-2), cıharıse (4-3) ve şeşcıhar (6-4) gibi kullanımlarına da aşinayızdır, en azından biz tavlacılar :) 5-4'e de penccıhar mı denir cıharüpenc mi denir bilemedim şimdi. Hiç atmamışım herhalde tavla hayatım boyunca :)

Tavla severlerin gayet iyi bildiği, bilmeyenlerinse genellikle merak ettiği üzre tavlada sayılar, 1'den 6'ya kadar Farsça karşılıklarıyla yek, dü, se, cıhar, penc, şeş olarak adlandırılırlar.

Ama ben bu gün 4 ü seçtim sizlere, 4 ün cıhar olanını. Zira biz bunu ne çok kullanıyormuşuz da aslında haberimiz yokmuş.

Mesela çarşamba. çehar+şembe. Şembe, "gün" demek, çehar malumunuz. Yani dördüncü gün. E hemen arkasından da beşinci gün mü geliyor o zaman ? bakalım : perşembe = penc+şembe. Evet hesap doğru.

E iyi de çarşamba 4. değil 3. gün diyeceksiniz. İyi de o şimdi öyle. "Gün"ün "şembe" olduğu zamanlarda ilk gün pazarmış efendim.

Peki başka nerede var bu çehar.

Soldan sağa 3 harfli, bayramlarda tören alanlarında kurulur. Nedir? Evet "tak" diyenleri tebrik ederim. Kelime anlamı "kemer". Peki çehar+tak dersek. Oldu size "dört kemer". Yani bizim "çardak". 4 kemerden oluşan yapı yani.

Peki yine 3 harfli, çivi. Nedir ? "Mıh" diyenleri tebrik ederim yine. Çehar + mıh = çarmıh. ;)

Peki ya çarşı ? Sizce o da mı 4 ile alakalı. Bakalım Farsça "su" ne anlama geliyormuş : "taraf, yön". çehar+su = 4 taraf, alan, agora. Evet bu da bizim 4 :)

Bir de çerçeve var. Çöp deriz ya evendim ince tahta çubuklara. İşte çerçeve neden yapılır 4 adet çubuktan : çehar+çübe

Peki ya çeyrek. Neydi efendim tavlada 1 : yek. Eh işte "çeharyek" yani dörttebir, yani çeyrek.

Tamam şimdi gözünüzün önüne bir dansöz getirin. Tamam şimdi bakınca ne görüyorsunuz ? Hayır daha yukarı, öhm beyler daha yukarı lütfen. Biraz daha yukarı. Hah işte ellerinde ne var :zil. ( bu dansözlerin elleri de oluyormuş demek :) ) Kaç tane zil var 2 çift yani 4 tane. 4 parça yani. yani çehar+pare = çalpara.

Peki ya çarşaf ? Cehar + şaf diye ayırıp şaf ne diye düşünenlerinize inceden gülüyorum. Zira bu kelimenin kökeni "çaderşeb". Çader örtü demek ( çadır'ın da kökeni) şeb ise gece. Yani gece örtüsü anlamında. Evet bunun bizim 4 le bir alaksı yok, dilbilim bu matematik değil ki :) Tabi fark etmişsinizdir, burada bahsettiğimiz çarşaf, yatağa serilen çarşaf. Kıyafet olan çarşaf olsa olsa çadırdan geliyordur: çader+şeb. Ama sanırım burada "gece gibi karartan" anlamında.

Evet sosyal içerikli bir cümleyle konuyu bitirdim. Toplumsal dikkat çekmek için şart dediler, ne yapayım. :)

Bu etimoloji denen şeyi çok severim ben. Kullandığımız ve ne abuk sabuk şey bu böyle dediğimiz bir sürü kelimenin nereden geldiğini ve nasıl geldiğini öğrenmemiz açısından keyifli bir olay. en azından benim için böyle.

Siz hiç merak etmez misiniz masa neden masa ( yunanca aynı anlamdaki "mesa" dan geliyor) , kupa neden kupa ( italyanca saplı bardak alamındaki "coppa"dan), tiner neden tiner ( boya inceltici olarak ingilizce aynı anlamındaki "thinner"). Ya da ne bileyim künefe ile kenef kelimelerinin aynı kökten geldiğini bilmeniz bir şey değiştirir mi yemek alışkanlıklarınızda.

Veya bu adam neden bu kadar geveze, neden susması grektiği yerde susmuyor, yazıyı uzattıkça uzatıyor, hiç mi merak etmezsiniz.

Öhm...

27 Mart 2007

Blogger da yazılara yorum eklemek

Yazılarımı "yorumları herkes görsün" diye bir blog sitesine taşımamla beraber yorum yazmakta problem yaşayan binlerce okurum ( pardon, birlerce okurum) "nasıl olacak da yorum yazılacak" diye sormaya başladılar. Ben de hemen aydınlatıcı kimliğimi ön plana çıkartarak bu konuda bir kılavuz hazırlamaya ve onbinlerin ( pardon, onbirlerin) önünü açmaya karar verdim.

Tabi ki bu kılavuz sadce benim sitem için değil, blogger.com uzantılı bütün bloglarda için bir kılavuzdur. ( Evrensel yani)

Yorum yazmak istediğiniz yazının sonundaki ".. Yorum Yapılmış" bölümüne tıklıyorsunuz. Bu bölüm site sahibinin tercihine göre ".. yorum var", ".. comments", ".. yorum şeedenler" gibi değişik şekillerde olabilir.



Kullandığınız programa göre bir başka sayfa ya da bir popup pencerede yeni bir ekran açılıyor.



Bu pencerede bir mesaj yazma alanı ve aşağıda 3 farklı gönderme seçeneği var.

Bu alanlar :

1. Varsa gmail hesabınızla giriş yapmanızı sağlıyor. Bu seçeneği kullanırsanız yorumunuz eposta hesabınızla birlikte görünüyor. Bu seçeneği doldurusanız ekran yenileniyor ve gönderen kısmında sizin eposta adresinize bağlı olan KULLANICI ADINIZ yer alıyor.

2. Gmail hesabınız yoksa ya da kullanmak istemiyoranız ( küfür falan edecekseniz mesela) bu seceneği işaretliyorsunuz. O zaman ekranın altındaki bölüm değişiyor



Buradaki yeni bölümlere isminizi ve varsa sitenizin adresini yazabilirisiniz. Yazıp yazmamak da yine isteğinize bağlı.

3. seçenek ise hiç bir bilgi vermek istemeyenler için. Bu seçenekte aşağıdaki bilgi alanları kayboluyor.

Hangi seçenekle mesaj göndereceğinize karar verdiğikten sonra üstteki kocaman alana mesajınızı yazıyorsunuz.



Bu ekranda görülen kare içindeki alan "mesajınızın site sahibi tarafından onaylandıktan sonra sitede görünür hale geleceğini" ifade etmektedir. Dolayısıyla sitede hemen görünmezse bu yüzdendir.

Buraya mesajınızı yazdıktan sonra da aşağıdaki turuncu PUBLISH YOUR COMMENT alana tıklıyorsunuz. Bir süre bekledikten sonra ekranınız tazeleniyor,yeniden boş bir ekran görülüyor ve sayfanın en üstünde



ifadesi çıkıyor.

Mesajınız gönderildi ve site sahibinin olurunu bekliyor demektir.

26 Mart 2007

Bir Tükürme Sesi Olarak : Tüh

Memlekette olan biten her şey bir kenara atıldı. Bütün gazeteler 3 gündür manşetten sadece Atina'yı futbolda yenmiş olmamızı veriyor. Ne siyaset, ne ekonomi ne başka bir şey. "Tüh" size...

23 Mart 2007

Dilmiz : Fabrikadan Halka Satış

Bu ifadeyi ilk duyduğumda "Halka fabrikası mı ? ", "Ne halkası ?" gibi bir şey düşünmüştüm sanıyorum. Sonra bu kelime üreyip de her yerde kullanılmaya başladığında da "Memekette ne çok halka fabrikası varmış." gibi bir şey düşünmüştüm.

Tabi ki "outlet center" den çok daha iyi ve doğrudur; kullanılması gereken budur. Ama neden "halka" diye bir ayrıntıyı da eklemişler bir türlü anlayamıyorum.

Ülkemizde görevli ya da turistik amaçla bulunan ve bizim halkımızdan sayılmayan kişilere satış yapmıyorlar mı ? "Siz gidin kendi ülkenizin halka satış mağazasından alın, burası bizim halkımıza satış mağazası" mı diyorlar talep edildiğine. E hayır tabi ki.

Bu ifadenin kökeni sanıyorum ki "Fabrikadan direkt satış yapıyoruz", (yani daha ucuza veriyoruz, araya bir sürü aracı, taşıyıcı, falancı feşmekancı girmiyor )mesajını, ticari anlamda cümle içinde kullanıldığında daima iyimser ve koruyucu anlam ifade eden "halk" kelimesiyle de birleştirerek sempatik görünüşlü ticari bir ortam sağlama güdüsüdür.

Halk kelimesinin dimağlarda oluşturduğu iyimser anlamdan prim yapmak isteniyor sanırım.

Halk demişken, son zamanlarda bu kelimenin bir de "hâlk" şeklinde ince a ile kullanımına tanık oldum. Ülkemizin yakından tanıdığını bir sanatçı, jüri üyesi olarak katıldığı bir yarışma programında, mevcut yaşından daha yaşlı kişilerin bile bazen anlamadığı bir eski dille "karizma" sağlarken bu kelimeyi de "hâlk" şeklinde kullandı. Bana da bu durumda "iyi hâlt etti" demek kalıyor sanırım.

Merak

"Merak", kelime olarak (1) bir şeyi anlamak veya öğrenmek için duyulan istek, (2)bir şeyi edinme, yapma, bir şeyle uğraşma isteği, (3) düşkünlük, heves ve (4) kaygı, tasa anlamlarını taşıyor. Bu kelimeden türemiş "meraklı" kelimesi ise (1) Her şeyi anlamak ve bilmek isteyen, mütecessis (2) Bir şeye çok düşkün olan, sürekli onunla uğraşan (3) Kendisini ilgilendirmeyen bir konuda bilgi sahibi olmaya çalışan ve (4) halk ağzında Kaygılı anlamlarında kullanılabiliyor. *

Bu "meraklı" kelimesini Semazemce "günde 3 defadan daha fazla 'sana ne yahu' dediğiniz kimse" olarak da tanılmayabiliriz. Bu konuyla ilgili bir yazıyı buradan okuyabilirsiniz.

Yine de hiç bir merak olgusu "Cihangir, senin göbek deliğinin çapı kaç santim ? " sorusunu zeka ile bağdaştıramaz. Hele ki "Nereden aklına geldi bu soru ? " sorusuna verilen cevap "Arkadaşlarla yemekte konuşluyorduk da, orada aklımıza takıldı" şeklinde cevaplanırsa.

İnsanların bir öğle yemeğinde sizin göbek deliğinizin çapından konuşmuş olduklarını öğrenmek ve bunun öncesi ve sornasındaki muhabbet konusunda fikir sahibi olamamak çok kötü bir duygudur. Bunu müstakil bir paragraf olarak yazmak istedim.

Tabi ki sizi size sorulan sorulara cevap vermeme ya da istediğiniz cevabı verme hakkınız olduğu için, bu sorunun şokunu bertaraf ettikten sonra dilimizle ilgili yazılmış bir ya da bir kaç sözlüğün kelimlerini kullanarak istediğini gibi bir cevap verebilirsiniz. ( Örnek : Türk Dilinin Büyük Sözlüğü, Türk Dilinin Argo Sözlüğü, Halk Ağızında Organ İsimleri Sözlüğü vb.)

Dilimizde, insanın başına gelebilecek kötü şeylerin - üstelik mevcut cinsiyetlerin %100'ünü kapsayacak şekilde - nedeni olarak gösterilen merak konusunda, biraz daha dikkatli olunması gerekir düşüncesindeyim.

"E sen hiç mi bir şeyi merak etmezsin be adam ?" diyeceksiniz şimdi. Demeyin. Yazıyorum zaten.

Ben de meraklı bir adamımdır. Üstelik çok meraklı bir adamımdır. Ama kimsenin göbek deliğinin çapını merak etmem. Etseydim de, kendiminkini ve nazım geçecek olan kişilerinkini ölçer, ortalama bir değer bulur "eh onunki de bu kadardır işte" diye geçiştirirdim zaten. ( Göbek deliği, genellike dikey bir elips şeklinde olup yatay çapı yaklaşık 10 mm., dikey çapı ise yaklaşık olarak 15 mm. dir. (Yazarken merak ettim işte))

Ben bir şeyi merak edince evdeysem önce kütüphaneme, dışarıdaysam önce internete danışır; hiç biri olmazsa ( ya da merakımı gidermemişse) bilgisi olduğunu düşündüğüm ya da emin olduğum kişilere "filanca konuda bir şey sormak istiyorum, uygun olur mu" benzeri bir giriş/izin cümlesiyle soruyu sorarım. Ama merakım ilgili ( ve biraz da bilgili) olduğum konularla sınırlı olduğu için genellikle başkalarını pek de rahatsız etmem. Kaynak ya bende vardır ya da nasıl ulaşacağımı biliyorumdur.

Bu genel merak dışında bir de anlık meraklarım vardır benim. Örnek vermek gerekirse hava sıcaklığı ve bulunduğum yerin rakımını genellikle bilmek isterim. Rakım merakı daha çok bilmediğim bir yerdeysem ya da seyahat ediyorsam ortaya çıkıyor. Eviminkini bilmem bile. Ama sıcaklık hep merak ettiğim bir konudur. Bunun için de gidip hem içeriyi hem de dışarıyı ölçen bir termometre alıp evime yerleştirdim. Arabada da var. Ayrıca kol saatim de aynı görevi görüyor. Bu merakımı kendi başıma giderebiliyorum.

Başka bir örnek olarak da isim merakını verebilrim. İsimlerin anlamlarını ve hatta kişilerin ailelerindeki diğer isimleri de merak ederim. Bu merakım da her isim için yoktur tabi. Değişik ya da aşina olunan ama az rastlanan isimlerle karşılaştığımda, ortam ve durum uygunsa kişiye ailesindeki diğer üyelerin isimlerini de sorarım. İsmin anlamını ise, eğer bilmiyorsam, kendi kaynaklarımdan araştırmak, sormaktan daha keyiflidir.

Bunun dışında bana en çok keyif veren merakım, kelimelerdir. Kelimelerin anlamları ve özellikle de kökenleri konusunda büyük bir merakım vardır. Yine başka bir merakım da müziktir: Değişik ülkelerin, değişik müzikleri ve akustik ya da doğal olmak koşuluyla etnik kökenli müzik aletleri.

Tabi bu yazıya başlarken amacım meraklarımı anlatmak değildi. Ama başkalarını meraklarından/tuhaflıklarından bahsederken biraz da kendimden bahsetmek istedim. Galiba ben bir de kendimden bahsetmeye meraklıyım.

* TDK Türkçe Sözlük



22 Mart 2007

"ADEM"

Ankara Rüzgarlı Sokak’taki Rüzgarlı Taksi Durağı Kulübesi’nin yanındaki tezgahın sahibi olan simitçidir. Çok değişik bir adamdır. Genellikle bu taksi kulübesinde durur. Orada olmadığı zamanlarda ise kimsenin bilmediği bir yerdedir. Kesinlikle olmadığı tek yer ise simit tezgahının başıdır.

Simit almak istediğinizde tezgaha yaklaşır ve etrafınıza şaşkın şaşkın bakınırsınız. Kendisi kulübede olsa bile sizinle ilgilenmeyebilir. Genellikle yanındaki taksicilerden biri "al bi oradan at içine parayı" şeklinde bir yol göstermeyle simit alabilmenizi sağlar. Etrafta hiç taksici yoksa kendisi de sizinle aynı şekilde bir iletişim kurar. Ama konuşarak değil de işaretle verir "al abi oradan, parayı içine atıver" talimatını. İçi dediği yer de simitlerin dizildiği alanın ortasındaki geniş boşluktur.

"Kaça simit" diye sorarsanız da yine eliyle 3 yapar size. 3 simit alıp elinizdeki 1 lirayı gösterdiğinizde yine işaretle "abi içinden alıver " yapar.

Bu sabah simit almak için gittiğimde taksi kulübesinde bir pastaneden aldığı ıvır zıvırla kahvaltı ediyordu kendisi. Eğilip kaş göz ettim, o da beşıyla selamımı alıp kahvaltısına devam etti. Taksicilerden biri gelip "al abi sen ordan Adem kahvaltı ediyor da" dedi.

Arada sırada güne komik ve keyifli şekilde başlamamı sağlayan ve sıklıkla "lam seviyorum ben bu memleketi" dememe neden olan insanlardan birisi olduğu için yazmaya buldum kendisini.

21 Mart 2007

Nutella'nın mutfağımdaki yeri


Nutella'nın mutfağımda asla bir yeri olmamıştır. Zira bir şeyin mutfaktaki yerinden bahsedebilmek için o şeyin mutfakta bir yere koymak ve orada bekletmek gerekir ( bkz: tava, bardak, tost makinesi vb.). Oysa bu Nutella denen nesne, alışveriş torbasından çıktıktan sonra genellikle kapağı direk olarak açılmak suretiyle büyük bir bölümü tüketiliyor; kalanı da alışveriş torbasının geri kalanı boşaltılırken ona eşlik ediyor. Dolayısıyla mutfakta bir yere koymak kısmet olmadı henüz.


Şimdi adi herifler büyük boyunu çıkarmışlar. Hani alın da daha uzun süre kullanın diye düşünmüşler sanıyorum. Bu varsaydığım "daha uzun süre" kavramı benim için 4-5 kaşık ya da 4-5 dakikaya tekabül ediyor. Ne anladım ben bu işten. Madem bir iş yapacaksın, çıkar şunun 5 kiloluk tenekesini, alalım koyalım evimize, Nutella'nın da mutfağımızda bir yeri olsun.

17 Mart 2007

Şemsiye Çikolata

Çocukluğumda vardı, bu sıralar her yerde görmeye başladım yine.

Koni şeklinde bir çikolata. Tabanında şemsiye sapı şeklinde plastik bir sap var. Mabel'den çıkmış (yine). Hep var mıydı yoksa son zamanlar da mı çıktı emin değilim. Migros'ta gördüm, ( 4'lü paket satıyor adiler, satsanıza tek tek, 4 lü satınca hepsini yiyoruz mecburen...) bir pastanede gördüm; kasanın yanında askıya asmışlar tersten.

Üzerinde bir şeffaf naylon kap var. Sap kısmına minicik bir kurdele ile bağlı. Kurdeleyi açıp naylonu çıkardığınızda üçgen bir kağıt parçası düşüyor. Marka falan var üzerinde. İçinde renkli bir kağıt daha var çikolatayı saran. Onu da açtığınızda hedefe ulaşıyorsunuz.

Koninin tepesinden (ince ucundan yani) başlıyorsunuz yemeye. E ince tabi kolay ısırılıyor. Ama yedikçe giderek daha da zorlaşıyor ısırmak. Hem o plastik sap koninin ortasına kadar geliyor. Tam zar zor ısırmışken bir de plastikle uğraşmak zorunda kalıyorsunuz. Ama son bölümde ısırmak için uğraştığınızda zaten beceremiyorsunuz, plastik sapı zorladığınızda cikalota ( "çukulata" daha oburca bence) ortadan kırılıyor kocaman bir parça ağzınızda kalıyor.

Plastik sap, kaymasın diye üzeri pürtüklü olurdu eskiden. Şimdi sap düz, en ucuna çıkıntılı bir bölüm yapmışlar, o tutuyor.

Bitince, insanın elinde salak plastik bir cengel kalıyor. Oysa o salak çengele kanıp da almıştım ben o cikolatayı. Saklayayım dedim ama o çikolatayı bana aldırmak dışında yarayabileceği bir iş de yok gibi gözüküyor. Neyse atayım ben. Gerekirse temin etmek çok kolay ( ve keyifli) zaten :)

16 Mart 2007

Kafa Ayarı

Geçenlerde kaset falan diyince aklıma geldi. Böyle de bir kavramımız vardı : Kafa Ayarı. Kim hatırlar acaba şimdi. Teyplerde kaset sesinin inceden bas-tiz ayarını yapmaya yarar bir olaydı. İncecik bir yıldız tornavidayla ( yıldız değil miydi yoksa) teyp kafasının olduğu yerdeki delikten bir vidayı kurcalayarak yapılırdı. Müzik çalarken yapılırdı ki sesteki değişimi görebilelim.

Müzik teyplerinde bu biraz ketfi bir olaydı ama bilgisayar teyplerinde ( evet bir zamanlar bilgisayarlara teyp ağlanırdı veri ünitesi ya da sabit disk olarak) önemli bir ayrıntıydı. Zira doğru kafa ayarını tutturamazsanız veriler okunamaz, programlar ( ne programı be oyun işte düpedüz) çalışmazdı.

Hatta minik yıldız tornavida ( hani o saatçi tornavidası denilen) bile her yerde kolaylıkla blunamazdı. Ben tornavidayı ödünç verdiğimi bile bilirim.

Şimdi bakıyorum da ayar yapılacak kafa bile kalmamış ortalıkta. Olanların da hepsi başka ayar…

15 Mart 2007

Yaşlılık Alametleri

Yazacak bir şeyler düşündüğünüzde aklınıza eski zamanlar geliyor, nesini yazsam derken daldan dala atlıyor, "hah işte bunu yazayım" diye karar verdiğinizde ise kendinizi düşünmeye başlamanın üzerinden 1 saat geçmiş ve gözlerinizde yaşlarla buluyorsanız...

Kaset Diye Bir Şey Vardı

Ne oldu bu kasetlere.

Önceleri "teyp" sonraları "video" cihazlarıyla hayatımıza girmişlerdi. Gerçi şimdiki neslin hayatına denk gelmemiş de olabilirler, tam kestiremiyorum.

İnternette dolanırken denk geldiğim bir "ev hali" fotoğrafını incelerken, kütüphaneye dizilmiş kasetleri görünce aklıma geldi benimkiler.

Video kasetle ilgili bir kolleksiyon girişimim olmamışsa da ortalama bir kasetçiden daha fazla kasedim vardı o zamanlar. Çoğu yerli olmakla birlikte tonlarca kaset.

2000 li yıllarda CD'lerin artık "alınabilir" olmasıyla, yanış anımsamıyorsam 20 büyük Migros torbası kadar kasedi atmıstım. Her gece 3-4 tanesini kapıya çıkartıyordum, bir kaç saat sonra baktığımda orada olmuyordu torbalar. Umarım birileri almıştır.


Şimdi MP3 moda oldu. Yakında CD'leri de atarsam hiç şaşırmam :) ( Hayır ev adresi vermiyorum. Hayır atacak olursam haber vermem. Bi' müsade ederseniz yazıya devam edeyim)
CD teknolojisinin çıktığı zamanı anımsıyorum. Hayretle incelemiştim. İstediğin şarkıya ulaşmak için geri ileri sarma derdin yok. Bitti tersini çevir derdi yok. Evdeki bütün kasetlerin CD'lerini alırım bunları da atarım diyordum. Eh yaptım da sayılır.

Şimdi evde "bunları bir daha bulamam" diye düşündüğüm 50-60 adet kaset, yılda bir defa açılan bir dolapta duruyorlar. Her aklıma geldiğinde "birara bilgisayara atayım" diyorum. O "birara" bir türlü gelemdi ama o başka mesele.

Arabada bile teyp olduğunu geçenlerde bir MP3 çaları araca bağlamam gerektiğinde, seçenekler arasında kaset adaptörünü görünce anımsadım.
Oysa zamanında işimiz gücümüz kasetti. Bir kasedi diğerine çift hızlı kopyalayan teyple kopyaladığımızda baslarda düşme olmaması için hangi model teyple hangi tip kasedin kullanılmasını gerektiğini saatlerce tartışır, "kromdiyoksitli" kasedi normal modda çaldığında bir süre sonra yırtılma oluyormuş hatta teyp bile bozulabilirmiş efsanelerini anlatıp birbirimizi pimpiriklendiriyorduk.

Düşündüğüm kadar hızlı yazamıyorum ( herkes gibi yani) ...... Daha neler neler geliyor aklıma. O zamanlar o vardı şimdi CD var. Hatta artık MP3 var cd'lerin bile pabucu dama atıldı. Yarın baçka bir şey çıkacak, belki bir zaman sonra CD ile ilgili buna bir yazı daha yazacağım.

Eski güzel günler ile ilgili başlayabilecek ne kadar çok cümle, ne kadar çok yazı var. Hele ki "eski günler"le ilgili...

Hepsinin sonunda ise belli olan tek bir şey var : Yaşlanıyorsun oğlum yaşlanıyorsun.

Bloglar Diyarı

Başlık bulamadım öyle bir şey yazdım işte.

Siteden siteye dolanırken, daha doğrusu "yıl sonu" kelimesi birleşik mi yoksa ayrı mı diye TDK'dan Google'a dolanırken bir blog yazısına rast geldim. Kısacık ve keyifle okunan bir yazıydı. Sonra yazarın diğer yazılarına da baktım, onlar da gayet keyifliydi.

Sanırım "blog" kavramının tam karşılığı burası olsa gerek dedim. Sorna ona cevap yazanlardan bir kaçına tıkladım ve kendimi birden samimi yazılar arasında buldum.

Ben okudum keyif aldım, siz de mahrum kalmayın istedim :

( incelemelerim sürüyor, sanırım bu zincirde daha çok halka var )

06 Mart 2007

Erkek Erkeğe Mutfak Sohbetleri : Evde Ekmek Yapma


Oburluğun temelinde yatan gıda maddesi, bana sorarsanız, ekmektir. Tadında ve kıvamında yapılmış ekmeğin, hele ki ekmek kokusunun bozamayacağı diyet yoktur. Zaten diyetisyenler de bunun farkındaki diyet reçetesi yazarken "ekmek yemeyin" yazmazlar, "ekmeklerden uzak durun" yazarlar. Zira koku menziline bile girdiğinizde ya midenize ya da midenize girinceye kadar aklınıza, rüyalarınıza girer bu ekmek.
E her an sıcak ve taze ekmek bulmak, değil fırınların, bakkalların bile yok olmaya başladığı bu dönemlerde, giderek zorlaşıyor. Bir ekmek için de koskoca alışveriş merkezine gitmek uzun iş; ( bildiğim) en güzel fırınlar oralarda ne yapayım.

İşte böyle ne yapayım derken karşıma çıktı bu ekmek makineleri. Bir süredir oralardan buralardan duyardım ama, daha alınması ya da rutin bir mutfak eşyası olması uzak gelirdi bana. Sonra bir baktım ki her yerde bir ekmek muhabbeti ve heryerde türlü türlü ekmek makineleri. Hem ekmek, hem makine hem de teknoloji ürünü olunca almamak olmaz artık deyip aldım ben de bir tane.

Kullanan herkesin söylediği ortak şey "kılavuzda yazanları aynen yapmak" olduğu için sanıyorum 36 yıldır ilk defa bir ürünü açıp kurmadna önce kılavuzu okudum. tamam kabul ediyorum, kutuyu açıp, parçaları birleştirip, fişe takıp menüleri kurcaladıktan sonra okudum. Ama yine de bu bir ilk.

Onlarca çeşit ekmek, bir sürü kek, reçel, filanca hamuru, çorba ve pilav tarifleri içeren minicik bir kitap. Kutunun içinden bir çimdik, iki tutam, aldığı kadar gibi tarifleri anlamayanlar için özel bir kaç ölçek ( kap ölçek - kaşık ölçek) de çıkıyor. Öyle ki ölçeklerde 1/2, 1/4, 1/8 gibi değerler bile işaretlenmiş. İşte aleti bu ölçekler ve tarif edilen oranlarla kullandığınızda ekmekleriniz gayet başarılı oluyor dediler. Ekmeğin başarılısı, yenmemeyi başarabilen midir diye düşünerek ilk ekmeğimi yapmak üzere işe koyuldum.
En baştaki en basit ve en tanıdık olan ekmek tarifini uygulamaya ve ilk olarak daha aşina bir ekmek yapmaya karar verdim. Tarifte yazanların evde olmadığını, olanların da raf ömürlerini ( miaddan daha iyi değil mi) doldurduklarını görerek ilk gecelik hevesimi kursağıma ektim. Ama ertesi gün ilk işim bu eksikleri tamamlayı ekmeği yapmak oldu. Ve bu ilk işin sonu ise hüsran.
"Öyle bir kabarıyor ki bazen kaptan taşıyor" dedikleri ekmek değil kabarmak, ham hadde olarak kapladığı yerden bile daha alçak oldu. Vay alçak vay. canım görünüşü ne yapayım önemli olan tad diye düşünerek hemen sıcacık bir dilim kesip, hemen oracıkta ağzıma attım ve hemn tükürdüm. Olmamış efendim ne yapayım.
Sonra öğrendim ki keramet undaymış, evet evet unda. Öyle her unla ekmek olmazmış.Hem unun türü hem de markası önemliymiş. ( Yazılarımda marka ve isim gibi ticari bilgiler vermem ama zaman ve malzeme kaybını engellemek için ben önerilen ve kullanınca benim de tercih ettiğim un markasının SÖKE olduğunu belirtmek isterim. ) tekrar markete gidip un reyonuna yöneldim bir baktım ki raf raf un dolu. Her biri başka başka türde, başka işlere yarayan bir sürü un. Ben yine ilk denemeyi normal unla yapıp mısır unu, tam buğday unu gibi çeşitleri de almayı ihmal etmedim.
İkinci deneme ise tam anlamıyla bir harikaydı. Mayalanma aşamasında hamur neredeyse kabın dışına taşacaktı. Pişen ekmek ise, "tadından yenmez" denilen ve oysa ki gayet de güzel yenen bir ekmek olmuştu.
Sonra diğer ekmek türlerini de yavaş yavaş deneme başladım. Eh her biri 900 gramlık ekmekler yapıldıklarına yakın bir hızla tükenmeye başlayınca oturup bunu yazmam gerektiğine karar verdim.
Ne faydası var derseniz artık laptopu göbeğimin üzerine koyup rahatlıkla yazabiliyorum. Bu faydası var işte...

05 Ocak 2007

Malafa Okuma Kılavuzu

Malafa, Hakan Günday’ın yazdığı Doğan Kitap’tan yayımlanmış bir eser. İçinde kullanılan bir çok kelime belli bir jargona ait ve bilinmeyen kelimeler. Kitabı okurken bu kelimelerle karşılaştığımda biraz yadırgadım ve böyle bri derleme yapmaya karar verdim.

Şu var ki buradaki bütün kelimeler, kitapta ilerledikçe aşina ve anlamı bilinen kelimeler haline geliyor. Yok eğer ben bu bulmacayı çözmek istemiyorum diyorsanız ( ya da çözdükten sonra benimle aynı cevapları bulup bulmadığınızı merak ediyosanız) yaptığım derleme aşağıdadır.

Bu kılavuzu yazmak için öncelikle kitabı okuyup bitirdim ve kelimelerin geçtiği yerlerde kullanılışlarına göre tahminlerde ya da hükümlerde bulundum. Bilmediklerimi bulmak ve bulduklarımı doğrulamak amacıyla da Google dışında TDK Türkçe Sözlük (9. Baskı) , Sözlerin Soyağacı ( Sevan Nişanyan – Adam Yayınları – 2. Baskı ) ve Türkçedeki Yabancı Sözcükler Sözlüğü’nden ( Ali Püsküllüoğlu – Arkadaş Yayınları - 1997) yararlandım.

Son olarak kelimelerin genellikle "argo" olduklarını da belirtmek isterim.

Abuş : Salak, aptal; salaklık
Ahçik : Kız, kadın
Ahparik : Erkek kardeş; arkadaş
Ataka : Para
Camper : Yürü, "ikile" anlamında
Camperlemek : Uzaklaşmak, gitmek, uzamak
Ceviz : Kötü, işe yaramaz, uyduruk
Çikolata : İsviçre frangı
Dacik : Türk
Deşalamak : Kovmak, siktir etmek
Düztop : ?
Hanut : Parsa, yüzde
Has : Saf/ham altın
Kevaşe : Fahişe
Kokz : Kokain
Malafa : Yüzük ölçüsü almaya yarayan alet
Mart : Erkek
Meter : Seks; metres
Meterlemek : Seks yapmak, becermek, s.kmek; kazıklamak
Miralama : Bakmak, izlemek
Montür : Çeşitli takılarda taşın yerleştirildiği çerçeve
Nasıf : Bir şeyi iki eşit parçaya bölen ;ekmek.
Pafküf : Sigara ( belki de esrar)
Paks : Kişi, müşteri ?
Papi : Baba
Pasan : Akdeniz kasabalarındaki kuyumcular
Pata : Penis
Piyz : Alkol
Pörç : İbne
Potpot : Kumar (poker?)
Ramat : Cila artığı altın tozu
Şaşo : Vajina
Tetas : Meme
Todis : Çalgıcı, Çingene
Tokar : Okşamak, Dokunmak
Tram : Para
Trikalar naşlamış : Sakallar uzamış
Vardik : Don
Vazyo : ?
Vor : Göt
Yumoş : Euro, Avro
Zurnik : Oral seks